Sağlık
Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesinin Tarihçesi ve Temel İlkeleri*
Sağlık
hizmetlerinin sosyalleştirilmesinin tarihçesi bir öykü gibidir, ilginçtir. Anımsanacağı
gibi, 1960 yılı Temmuzunda Cumhuriyet gazetesinde Milli Birlik Komitesi üyeleriyle bir
seri röportaj çıktı. Röportajda komite üyelerine, ülke için ne düşünüyorsunuz?
Şu iş ne olacak gibi sorular soruluyordu. Bu arada Albay Sami Küçük demecinde,
Türkiye’de sağlık hizmetlerinin İngiltere’dekine benzer şekilde
sosyalleştirilmesini ve herkesin sağlık hizmetlerinden yararlanmasını istediğini ve
bu iş için çalışacağını söyledi.
Bu demeci, o
zaman sağlık bakanı olan Prof. Dr. Nusret Karasu’ya okudum ve “Hocam, bu çok
ilginç bir görüş. Şimdiye kadar Bakanlığımız böyle bir girişime özendirilmemişti”
dedim. “Kendileriyle görüş” yanıtını verdi. Bunun üzerine Sami Küçük’e bir
mektup yazarak “Gazetedeki röportajda düşüncelerinizi okudum. Bu husus gerçekten
önemli bir sorundur. İsterseniz görüşelim” dedim. Bir süre sonra, Komitenin Sosyal
Komisyonundan Muzaffer Özdağ imzasıyla bir mektup geldi. Bu mektupta “sağlık
hizmetlerinin devletleştirilmesini kararlaştırdık. Bu hususta bize bir rapor
hazırlayınız” deniliyordu. Doğal olarak bu iş üzerinde düşünmeye başladım. Ne
şekilde bir rapor hazırlanacak? Sosyalleştirme ya da devletleştirme ne şekilde
yapılacak? Bunları öğrenmem gerekiyordu. Çünkü, bu tür bir hizmet, değişik
ülkelerde çeşitli şekillerde uygulanıyordu. Bunları belirlemek üzere telefon edip
randevu aldım, gittim ve konuştum. Baktım devletleştirmeyi istiyorlar ama bu konuda
yeterli bilgiye sahip değiller. Sonunda Muzaffer Özdağ, “Efendim madem ki değişik
sistemler vardır, siz bu hususları belirleyen bir rapor hazırlayın” dedi.
Bunun üzerine
bir rapor hazırladık. Bu raporda İngiltere, İsveç ve değişik ülkelerin sağlık
sistemlerini kısaca açıkladık. Raporun son bölümünde hekimlere yeterli bir ücret
ödenmesini, devlet hizmetinde çalışan hekimlerin muayenehane açmamaları ilkesinin
kabulünü, halkın hekimini seçmekte serbest olmasını, hekimlerin ister
sosyalleştirmede isterse serbest hekim olarak çalışmasının sağlanmasını, ana ilke
olarak koruyucu hizmetlere önem verilmesini, köy ve kentlerde şu anda bulunmayan
örgütün kurulmasının gerektiğini açıkladık.
Bu raporu
gönderdikten sonra uzun süre ses çıkmadı. Birgün, Bakan Nusret Karasu beni çağırttı
ve “Rapor görüşüldü, komite bu raporu beğenmedi. Bir plan istiyorlar” dedi. “Hocam”
dedim “iyi ama bir plan ve programa başlayabilmek için bunun finansmanının
çözümlenmesi gerekir. Ne kadar para verecekler? Finansman kaynaklarına biz karar
veremeyiz” deyince “Böyle söylediler” demekle yetindi. Bunun üzerine A, B, C planı
şeklinde 3 değişik plan hazırladık. A planı bugün uygulanan plandır. B planında,
Bakanlığın bundan önce uygulamaya başladığı sağlık merkezleri programı var. “Bu
sağlık merkezlerine hekimli, taşıt araçlı, hemşireli ve sağlık memurlu gezici köy
ekipleri verelim, bu ekipler ilçenin büyüklüğüne göre 1, 2 ya da 3 tane olabilir.
Ekip personeli ilçe merkezinde oturur ve düzenli olarak köy gezileri yapar”
önerisinde bulunduk. C planında ise bunların tahmini finansmanını belirttik. Buna da
para yetmiyorsa, sadece doğu bölgesindeki 20 il için bir plan önerdik. Aradan bir
süre geçti. 1960 Ekim ayında bir gün Suphi Gürsoytrak geldi. “Doktor, sağlık
hizmetlerinin sosyalleştirilmesi için yasa tasarısı hazırlayalım”dedi. “Hazırlayalım
ama hangi planı uygulayacaksınız?” soruma, “Karar verdik A planını
uygulayacağız” dedi.
Aşağı yukarı
bir buçuk ay çalışmayla bugünkü 224 sayılı yasanın tasarısı hazırlandı.
Bakanlıkta en az 8-10 taslak hazırlanmıştı. Bakanlıklar arası komisyonlar kuruldu.
Orada tartışmalar yapıldı. Ondan sonra Danışma Kurulu toplandı, üniversitelerden,
Türk Tabipleri Birliğinden üyeler geldi ve yasanın son şekli Aralık ayının
ortalarında Milli Birlik Komitesine sunuldu. Ocak ayının beşine kadar bu tasarı
konuşulmadı. Bilindiği gibi 5 Ocak 1961, Milli Birlik Komitesinin yasa çıkarma
yetkisinin son günü idi. 5 Ocak günü Sami Küçük telefon etti. “Doktor, bugün son
gün, Meclise gel burada bulun. Yasanın açıklanması , savunulması gerek. Seni ilk
fırsatta içeriye çağıracağız” dedi. Gittim ve sabahtan öğleye kadar bekledim.
Öğleyin yemeğe çıktık.
Sami Küçük,
“öğleden sonra celse başkanı benim. Biz içeri girerken sen de gir. Öbür yasaların
henüz ufak tefek işleri var ama ben bunun önemini açıklar, onların görüşülmesini
erteler ve bunu görüştürürüm” dedi. Ben içeri girdim. Maliyenin temsilcisini de
çağırdılar, O da içeri girdi, oturduk. Sami Küçük başkanlık makamına geçti ve
“Biliyorsunuz, sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi için çalışmalar
tamamlandı, yasa tasarısı hazır. Şimdi bunu görüşeceğiz” dedi. Şu anda pek
anımsamadığım kimileri karşı çıktı. Başkan, “Hayır, bu çok önemli bunu
görüşelim” deyince görüşmeye başlandı. Görüşmeler saat 14:00’de başladı
ve 15:30’a kadar sürdü. Yalnız bir madde üzerinde (sözleşme maddesi) Maliye
Bakanlığı temsilcisi ile anlaşamadık. “siz çıkın ve dışarıda uygun bir yazı
hazırlayın” dediler. Dışarı çıktık yine anlaşamadık. Ben bir yazı
hazırladım, O başka bir yazı hazırladı ve saat 16:30’da içeri girdik.
Maliye Bakanlığı,
bu işin gerçekleşmesi için, başlangıçtan beri büyük bir çaba harcamıştır.
Maliyeciler böyle bir uygulamanın finanse edilemeyeceği kanısında idiler. Onlar da
kuşkusuz ülkeye hizmet etmek isterler, ama bütçe olanaklarının sınırlı oluşunu göz
önüne alarak, nerede para harcanacak bir hizmet görülürse -ki bizim Bakanlığın
hizmetlerini de harcama sayarlar- bu hizmet olmasın isterler. O akşam da maliye delegesi
kendi görüşünü büyük bir çaba ile savundu. Ama, yasa büyük bir çoğunlukla
kabul edildi.
Benim ve maliye delegesinin hazırladığı
yazılar yoğun bir şekilde tartışıldı. Maliye temsilcisi tasarıda iki noktada
değişiklik yaptırmayı başardı. Bunlardan birincisi, sözleşme maddesinde, ikincisi
yürürlük maddesinde yapıldı. Biz sözleşme maddesini çeşitli hizmetler için
belirli yüzdelerle belirtilen ödenek oranları için koymuştuk. Bunun içinde prim de
vardı. Maliye delegesi bizim öngördüğümüz ödentileri değiştirtti ve sadece “sözleşme”
teriminin kalmasını önerdi. Bunun üzerine ben, sözleşmede prim sözcüğünün
geçmesinde dayatınca, Maliye delegesi, “sözleşme istendiği kadar yüksek yapılabilir,
dolayısıyla ayrıca bir prime gerek yoktur” dedi ve bu görüş çoğunluk kazandı.
Fakat öyle sanıyorum ki, bugün uygulama içinde bulunanlar, eğer prim de olmuş
olsaydı çok daha ilginç bir uygulamanın olacağını göreceklerdi.
Yürürlük
maddesine gelince, son madde yasanın 1962 yılı Şubatında yürürlüğe gireceği
şeklinde iken bunu 1963’e çevrilmesini istediler. Yani, Maliyeciler uygulamayı bir
yıl geriye attırdılar. Bunun gerekçesi olarak ta “bütçe hazırlandı, para yok vb.”
gibi özürleri ileri sürdüler. Bunun altında bir kurnazlığın yattığı belli idi.
Onlar şöyle düşünüyorlardı: “Şimdi Milli Birlik Kurulunun zoruyla bu yasa çıkıyor.
Oysa 1963 yılı bütçesini seçimle gelen hükümet hazırlayacak. Dolayısıyla onları
inandırır ve bu işi uyuturuz” havası içinde idiler.
1961 yılında
seçim oldu. Bütçe hazırlıkları başladı. Biz Muş’ta uygulamaya başlayabilmek için
bütçeye 20 milyon lira konulmasını önerdik. Hiç unutmam, bir Cumartesi akşamıydı,
o zamanki Sağlık Bakanı Suat Seren telefon ederek “Hükümet bütçeyi bağlayamadı,
tasarruf gerekiyordu, Muş ilindeki uygulama için ayrılmış olan parayı çıkardılar.
Bu yıl uygulama başlayamayacak” dedi. Düşündüm. “1963’de bu işin
başlayamaması demek, her yıl ertelenecek demektir, nasıl olur?” deyince, “Öyleyse
git Maliye Bakanı ile konuş, yarın pazar, Maliye Bakanı Bakanlıkta çalışacak”
dedi. Gittim. O zaman Maliye Bakanı Şefik İnan Beydi. Durumu anlattım, “Doktor para
yok” dedi. “Ben başka yerden para kesip bu bölüme aktarırım, razı olur musunuz?”
deyince iyi niyetli bir kişi olan Şefik İnan, “O zaman olur” dedi. Bütçe işlerine
bakan Maliye Bakanlığındaki şube müdürüyle birlikte çıktık. Hastaneler için
bütçeye 120 milyon lira konulmuştu. Bu paradan 2 milyon lira kestirip Muş
uygulamasına ayırttım. Bütçe meclise bu şekilde gitti. O sırada da ben müsteşarlıktan
ayrıldım, daha doğrusu ben ayrılmadım da ayırdılar.
Yalnız,
Hıfzıssıhha Okulu Müdürü olarak bütçe komisyonuna gidiyordum. Komisyonda, sosyalleştirmenin
Muş’ta uygulanabilmesi için bu para yeter mi, yetmez mi? Tartışmaları olurken
birisi, “Bu yasanın hazırlanmasında görev alanlardan Dr.Fişek burada, bu hususu açıklasın”
dedi. Söz verdiler, ben de uygulamanın başlaması için 10 milyon lira inşaat ve 10
milyon lira da makine ve donanım için olmak üzere 20 milyon liranın gerektiğini söyledim.
Komisyon üyeleri de “makine ve donanım sonra alınır” dediler ve inşaat için 8
milyon lirayı bütçeye koydular. Böylece sosyalleştirme bütçeye girmiş ve iş
başlamış oldu.
Bir yandan işler
böyle gelişirken, Milli Birlik Komitesi zamanında Devlet Planlama Örgütüyle çok iyi
ilişkiler kurdum. Bu örgütün kurulması ve beş yıllık kalkınma planının
yapılması, sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesini kolaylaştıran nedenlerden
biridir. Devlet Planlama Örgütü, maliyeden farklı olarak, sağlık hizmetlerine
yapılan yatırımı bir harcama olarak görmüyordu. Maliyecilere göre para kullanıyor
ama karşılığında nakit olarak gelir getirmiyorsan bu harcamadır. Onlar için harcama
olmayan, fabrika yaparsın şu kadar milyon lira harcarsın, fabrika her yıl bu kadar
gelir sağlar ve kendisini amorti ederse bu yatırımdır. Oysa ki, ekonomistlere göre sağlık
hizmeti harcama değil yatırımdır. Onlar, “tüm yatırımlar insana yöneliktir ve en
pahalı yetiştirilen insandır. Dolayısıyla insan sağlığını korumak için yapılan
bakım ve harcamalar bir yatırımı korumak için yapılmakta olduğundan iyi bir
yatırımdır”, inancında olduklarından eğitime, sağlığa ve bir de nüfus
planlamasına iyi bir yatırım gözüyle bakarlar. Nüfus planlaması ancak sağlık
örgütüyle gerçekleşebilir ve Türkiye’nin en büyük ekonomik sorunudur. Nüfus
planlamasının başarılması için, sağlık örgütünün köylere kadar yayılması ve
güçlendirilmesi gereklidir.
Devlet Planlama
Örgütü, bu iki gerekçe ile, beş yıllık planda sağlık hizmetine önemli bir yer ayırmaya
karar verdi. Biz, Milli Birlik Komitesi zamanında yaptığımız hesaplamalarla, “bu
uygulama 15 yılda olur” demiştik. Yani hekim ve hemşire sayısı ve bütçe yasası,
tüm Türkiye’de bu hizmetin birkaç yıl içerisinde gerçekleşmesini olanaksız
kıldığından uygulama kademe kademe, il il 15 yılda olabilir diye düşündük. Bu
plan ve sayıları Devlet Planlama Örgütüne götürdük. “Tamam” dediler, “gayet
güzel bir proje, hizmete de uygun”. Dediğim gibi, sosyalleştirme, nüfus planlaması
gibi önemli bir proje ile de ilgisi olduğu için beş yıllık kalkınma planına girdi.
Plan hazırlanırken
bir noktayı plancılara hatırlattım. “Bizim yatırımlarımız cari harcamaları da
gerektirir. Yani bir milyon liraya hastane yaptırırsan, bunu işletmek için de her yıl
bütçeye 100 bin lira konulmalıdır” dedim. Bunu yerinde buldular ve hesaplamalar ona
göre yapıldı. Planda Sağlık Bakanlığının cari harcamaları, yani personel
maaşları, hastane giderleri ve hastalıklarla savaş giderleri ayrıca belirtilmiştir.
Plan hazırlandıktan
sonra değiştirilmesi çok güçtür. Nitekim gerek hükümet düzeyindeki incelemelerde,
gerekse Millet Meclisinde planlama örgütünün yaptığı planlarda, vergi kısmı
dışında, büyük bir değişiklik olmamıştır. Sağlık hizmetlerinin
sosyalleştirilmesi de beş yıllık plana girdiği için, hemen hemen dönülmesi güç
bir duruma girmiştir. Şöyle bir görüş ileri sürenler var: “Efendim, hızlı
hareket ediliyor. Muş’ta 2-3 yıl çalışalım, yerleşelim, tüm eksiklik ve
aksamaları saptayalım. Ondan sonra yeniden 1-2 il ele alalım. Taşıt aracından
malzemesine, iğnesinden ipliğine kadar herşeyini tamamlayıp öyle açalım”. İlk
bakışta çok yerinde görünen bir görüş. Ne var ki, eğer bu plan böyle uygulansaydı,
şimdiki uygulamaya karşı çıkan bu grup: “Efendim bu plan gerçekçi değil, 5 yıl
içinde beş ilde uygulayabildiler. Bu gidişle 62 yılda gerçekleşebilecek bir program,
olmaz, bu yanlış yapılmış, vaz geçelim, bunu değiştirelim, ya da olduğu yerde
bırakalım” diyeceklerdi.
Benim görüşüm
-ki şimdiye kadar gelen bakanların tümünün de görüşü böyledir- özellikle başlangıç
için gerekli olan, hızlı harekettir. Hızlı hareket etmekle kaybetmeyip
kazandığımızı bugün çok iyi anlıyoruz. Böylece, sağlık hizmetlerinin
sosyalleştirilmesini, sağlık personelinin de çabalarıyla, geriye dönülemeyecek bir
duruma getirdik. Muş’taki bu uygulamalardan vazgeçseniz herhalde yer yerinden oynar. Aşağı
yukarı diğer beş ilde de durum aynıdır. Geriye gitmek çok güçleşmiştir. Altı
ilde (Erzurum, Erzincan, Diyarbakır, Siirt, Urfa, Mardin) binalar yapıldı. Bu illerin
sosyalleştirileceği hakkında kararname çıktı, 1965 programına konuldu. Şimdi 12 il
ediyor. Adıyaman, Elazığ, Bingöl illerindekiler de uygulamayı biliyor ve karar
vermiş bekliyorlar. Bu hızlı gidiş, geriye dönüş görüşünü olanaksız duruma
getirdi. Dolayısıyla, hızlı hareket kimi yerlerde gereklidir ve risk göze alınmalıdır.
Biraz önce
belirttiğim gibi, iğneden ipliğe döşenmiş, yolları yapılmış bir hizmeti
oluştursak ve “gelin buyrun” deseydik çok iyi olurdu. Ama o şekilde hareket
etseydik bugüne ulaşamazdık. Sosyalleştirilen iller başlangıçta belki çok sıkıntı
çekti ama dediğim gibi, bu bir uğraştır kimi kişiler ezilir, kimileri sıkıntı
çeker, savaş gibidir. Hatta kimileri de ölür. Fakat sonunda topluma hizmet ve olumlu
bir sonuç alınınca çekilen eziyetler unutulur. Bugün başlangıçta çekilen sıkıntıların
tümü ile unutulduğunu tahmin ediyorum. Bilmem doğru mudur? Bu düşüncenin temelinde
“çekilen unutulur” ata sözü vardır.
Sağlık
hizmetlerinin sosyalleştirilmesinin tarihçesi hakkında söyleyeceklerim bu kadar.
Şimdi biraz da temel ilkelere değineceğim. Tarihin derinliklerinden gelen geleneklere göre,
hekimin görevi hastasını tedavi etmektedir. 19.yüzyılın sonlarına doğru halk
sağlığı ve koruyucu hekimlik gelişmeye başladı. Yani insanların sağlığının
korunabileceği, koruyucu önlemler almakla pek çok hastalığın önlenebileceği, bunun
daha ucuz ve verimli olduğu çeşitli örneklerle gösterildi. Bunların yolları
araştırıldı ve bulundu. Özellikle Birinci Dünya Savaşından sonra halk sağlığı
ve koruyucu hekimlik bir bilim olarak gerçekten hızla gelişti. Ama koruyucu hekimlikle
tedavi hekimliği her zaman birbirinden ayrı kaldı ve hekim genellikle koruyucu
hekimliğe ilgi göstermedi. Çünkü, geleneksel olarak görevinin koruma değil, tedavi
olduğuna inanıyordu. Gelenekler çok önemlidir, istediğiniz kadar parlak öneri ve
varsayımlarla ortaya çıkın, en aydın insanları bile geleneklerinden ayırmakta
sıkıntı çekersiniz.
Türkiye’de
bugün bir hekime, örneğin devlet hastanesinde çalışan bir hekime, gidip sorun
kendisini serbest hekim sayar. Onun için esas olan serbest hekimliktir. Devlet
hastanesinde yaptığı, belirli kimi haklar ya da ücretler karşılığı bir devlet
hizmetidir. Acaba bu neden böyle? Tarihi incelerseniz, Türkiye’de 1870 yılında
devletçe sağlık hizmetleri kurulmaya başlanmış ve “memleket tabiplikleri”
oluşturulmuştur. Bir yerde çalışan serbest hekime, yoksul hastaları muayene etmesi için
belirli bir ücret verilmiştir. Zamanla, “hekime para veriyoruz şu işi de yapsın”
denmiş. Giderek hekimin işleri artmış. Cumhuriyetin ilanından sonra Memurin Yasası
çıkmış, “Hekim devletten para alıyor, o halde memurdur” denmiş. Yasa
karşısında da memur olmuş. Ama yasa başka, gelenek başka. Medeni Kanun çıkmış,
yine de herkes imam nikahıyla evleniyor, bu bir gelenek sorunu. Aynı düşünceyle
bugün Türkiye’de hekim, 1870 yılındaki gibi kendisini serbest hekim saymakta ve
devlete belirli bir ücret karşılığı hizmet ettiğine inanmaktadır. Bu nedenle,
koruyucu hekimliğin önemi ne kadar iyi şekilde belirtilirse belirtilsin, hekim yine de
serbest hekim olduğunu ve koruyucu hekimliği benimsemediğini göstermiştir. Bu durum
sadece Türkiye’ye özel değildir. Dünyanın hemen her yerinde durum böyledir. Buna
karşın, koruyucu hekimlik bilim olarak çok geliştiğinden giderek daha yaygın bir
şekilde benimsenir olmuştur.
İkinci Dünya
Savaşından sonra ilginç bir gelişme olmuş ve tüm hekimlik (comprehensive medicine)
fikri gelişmiştir. yani hekim hem koruyucu, hem tedavi edici, hem de sosyal hekimlikten
sorumlu kılınmıştır. Nitekim Dünya Sağlık Örgütü, sağlık hizmetlerini (ya da
tıbbın amacını) sadece hastaları tedavi etmek değil, sağlığı sürdürmek olarak
kabul eder. Doğal olarak bu görüşle geleneksel görüş arasında çok fark vardır.
Sağlığın sürdürülmesi denildiği zaman, kişinin ana karnından ölümüne kadar,
yaşamı boyunca, sağlam iken hastalıktan korunması, hasta olduğu zaman tedavi
edilmesi için çalışmaların tümü belirtilmektedir. Aslında bunun böyle olması
gerek. Şimdi, bir kişi yaşamının herhangi bir döneminde hasta oldu diyelim. Hekim,
“ben sadece bununla ilgilenirim” diyor. Ama bu hastalık onun hasta olmadığı
zamandaki çok değişik nedenlerle yani bu kişinin sağlıklı göründüğü dönemde
oluşmuş olabilir. Sağlıklı dönemde alınacak kimi önlemlerle bu hastalığı
önlemek olanağı varsa, böyle yapmak daha akılcı olmaz mıydı? Diyelim ki bir kişi
damdan düşmüş ve ayağı kırılmıştır. Onu ayağı kırıldıktan sonra tedavi
etmektense, damdan düşmesini önlemek daha kolay değil midir? Peki bu işle kim
uğraşacaktır? Mühendis mi? Doğal olarak hekim uğraşacaktır. Onun için eskiden
akla gelmeyen ama bugün akla uygun gelen bu ilke nedeniyle, hekimlik sağlığın sürdürülmesinde
önemli rol oynar.
Bunları söyleyişimin
nedeni, ocak hekimliğinin görevlerinin nereden kaynaklandığını belirtmektir. Ocak
hekimleri, “bu kadar çok ve zor görevler nereden çıktı? Biz hekimiz sadece hasta
tedavi ederiz” demeyi artık unutmalıdırlar. Ocak hekimliğinin çevre sağlığını,
beslenme, halkın sağlık bilgisinin artırılması, aşılama, erken tanı ve tedavi
gibi 4-5 kadar temel görevi vardır. Bizim hazırladığımız görev yönergesi, belirli
bir bölgede, bir sağlık ocağında çalışan hekim için hazırlanmıştır. Görevle
ilgili olarak bir örnek verelim. Bir çocuk difteriye yakalanmıştır diyelim. Eğer bu
çocuk hastalığa yakalanmadan önce aşılansaydı difteri olmazdı. Difteriyi tedavi
etmekle aşılamak aynı sonuca varır ama aşılamak daha iyidir. Çünkü, difteri
olduktan sonra çocuk ölebilir. Tedavi kesin değildir. Bir diğer çocuğun dizanteri
olduğunu kabul edelim. Apteshaneleri kapatırsak, karasinek savaşı yaparsak dizanteri görülmez.
Aynı şekilde, sivrisinek savaşı yapar, enfeksiyon kaynağını ortadan kaldırır ve gözetim
hizmetlerini tam yaparsak sıtma olmaz. Belki zaman zaman birkaç olgu görülebilir. Ama
7.000 nüfuslu bir ocak bölgesinde eskiden olduğu gibi bir sıtma salgını çıktığını
düşünün. Hekim bunu denetim altına alamaz, bir yılda 3.000-4.000 olgunun peşinden
koşamaz. Dolayısıyla bir ocak hekiminin “sıtma ile ilgim yok” diye düşünmesi
olanak dışıdır. Ocak hekiminin, görev yaptığı toplumun sağlığını sürdürmesi
için büyük bir çaba göstermesi gerekir. Bunun için yönerge böyle hazırlanmıştır.
Sağlık
hizmetlerinin sosyalleştirilmesi, dünyanın en gelişmiş ülkelerinde bile sağlık yönetimlerince
uygulanmayan modern bir yöntemdir. Onlar niye uygulamamışlar? diyeceksiniz.
Bilmediklerinden mi? Biliyorlar ama onların köklü örgütleri var. Bunu değiştiremezsiniz,
çünkü alışılmış, verimli olduğu görülmüş ve iyi bir şekilde yürümektedir
bu örgüt. Oysa ki, Türkiye yeni bir örgüt kurmayı öngördüğünden, bunu en modern
görüşlere göre yapması gerekir. Burada bir örnek aklıma geldi. Almanya niçin hızla
gelişti, zenginleşti ve ekonomisi çok verimli oldu? Çünkü, savaşta tüm fabrikaları
yıkıldı, yeni sanayiini en modern fabrika sistemlerine göre kurdu. Herkesin bir liraya
malettiğini 50 kuruşa maletti. Diğer ülkeler yüz milyon lira sermayeli bir fabrikayı
yıkıp yerine yeni sistemlerle çalışan bir fabrika kurma cesaret ve olanağını
bulamadılar. Fabrikalar nede olsa çalışıyor. Almanya’nın yirmi yıl içinde başarılı
olmasının nedeni budur. Sıfırdan başladığı için en modernini kurdu ve Amerika,
İngiltere gibi ülkelerle yarışıp hepsinden çok kazandı. Şimdi Türkiye’de de
durum bu. Bizde yerleşik örgüt bulunmadığı için, en moderni ile işe başlıyoruz.
Bugün burada yaptığımız uygulamanın dünyanın her yanından izlendiğine emin
olabilirsiniz. İngiltere’nin tanınmış sağlık yöneticilerinden Dr.Goodman buraya
geldi, yine gelecek. “Bu uygulama dünyanın en ilginç sağlık uygulamasıdır. Birçoklarının
dediği gibi, tüm gelişmekte olan ülkelere örnek olacaktır. Bunları yapan sizsiniz
ve bunlar sizin başarınızla gerçekleşiyor.” dedi.
Burada ikinci
bir ilginç noktaya değineceğim. Örgütlenmede uzun yıllar hastane hekimliği dört
duvar arasında kalmış ve hizmet tümüyle tedavi hekimliğine yönelmiştir. Bu
durumda, hastane hekimi bir teknisyen durumuna düşmüştür. Sadece hasta tedavisiyle uğraşan
bu teknisyen toplumun adamı olmaktan uzak kalmıştır. Yirminci yüzyılda Almanya’da
hastane hizmetleriyle ilgili sosyal tıp denilen bir eğilim ortaya çıkmış, hastane
hekimleri çoğunlukla dört duvar dışına çıkmaya ve tedaviye aldıkları hastaları
toplum içinde inceleme ve önlem alma zorunluğu duymaya başlamışlardır. Buna tıp
dilinde duvarsız hastanecilik denir. Çok gelişmiş bir düşüncedir ve çok verimli
olmuştur.
Günümüzde
Amerika ve Avrupa’da modern kliniklerin çoğu, bizdeki örgütlenmeye benzemese de
sosyal hizmeti benimsemişlerdir. Hastaneler sadece başvuran hastalarıyla değil,
hastanın tüm çevresiyle ilgilenmektedirler. Belki duymuşsunuzdur, Amerikan
hastanelerinin dört duvar dışı faaliyetlerinden sorumlu olan social worker (sosyal
hizmet uzmanı) denen özel bir sağlık personeli vardır. Sağlık hizmetlerinin
sosyalleştirilmesinin örgütlenmesine ve görevlerine bir bakarsanız, aynı şey bizde
de vardır. Bunun yanısıra, hastanelerde ve ocaklarda işbirliği, eşgüdüm ve
desteklemeyi gerektiren bir ekip ruhunun gerçekleştirilmesine çalışılmaktadır.
Örgütün en özgün noktalarından biri de budur. Çünkü, nerede ekip çalışması
varsa orada başarı vardır. Buna futboldan bir örnek vereyim: Bizim gençliğimizde
çok iyi futbolcular vardı. Şimdikilerden daha tanınmış ve daha usta. Bekir, Zeki ve
Alaaddin gibi. Şimdi onların düzeyinde futbol oynayan olduğunu tahmin etmiyorum. Ama o
zaman bizdeki futbol çok ilkeldi. Kiminle maç yapsak yenilirdik. Neden? Çünkü, 11 kişi
birlikte oynamasını bilmez, herkes kendi başına oynamayı yeğlerdi. Ne zaman Türk
futbolcuları ekip oyununu öğrendiler, düzey yükseldi ve bir Türk futbolu var denildi. Bu örnek de ekip işinin önemini
belirtmektedir.
Sağlık
hizmetlerinin sosyalleştirilmesinde de bu husus öngörülmüştür. Ekip ruhunu ne kadar
iyi oluşturursanız ve ekip ne kadar uyum içinde çalışırsa, hizmet o derecede
yararlı ve başarılı olur. Sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesine ait uygulamada
uzman hekimlerin gezileri ya da ocak hekimlerinin hastane toplantıları belirli bir amaca
yöneliktir. Bu da bir bakıma arkadaşlığı ve ekip ruhunu sağlamak amacıdır.
Eskiden hastane örgütünün başarısızlığının en önemli nedeni, herkesin
birbirlerinden ayrı hareket etmesiydi. Hastane başhekiminin sağlık müdürlüğüyle
esaslı bir ilişkisi olmadığı gibi, müdürlük te hastaneyle pek ilişki kurmazdı.
Hastanedeki uzmanlar da öyle. Yani şu bizim otuz yıl önceki futbolumuz gibi. Oysa ki
şimdi Muş’tan başlamak üzere sosyalleştirme bölgesinde bir arkadaşlık, bir ekip
ruhu oluştuğunu sevinçle görmekteyiz. Bugünkü başarı ve verimliliğin nedeni
budur. Gerçekten başarılı oldunuz. Ben bu başarıyı ne muayene ettiğiniz hasta
sayısıyla ne de yaptığınız aşı sayısıyla ölçerim.
Sağlık
hizmetlerinin amacı, sağlık düzeyini yükseltmektir. Bir ülkede sağlık düzeyinin
yükselmesi hasta tedavisine, aşı sayısına bağlı değildir. Bu hususta beş önemli
etmen rol oynar. Bunlar: çevre sağlığı koşullarının düzelmesi; beslenmenin
düzelmesi; halkın sağlık bilgisinin artması; aşı programı ve tedavi hizmetleridir.
Bu beş etmen etkisini özellikle yeni doğan bebeklerde gösterir. Çevre koşulları ve
beslenme düzgün değilse, ana ve babanın sağlık bilgisi yetersiz ise, bebekler sık
sık hastalanır ve hatta ölürler. Çevrede bulaşıcı hastalık yaygın ise ve bebek
aşılanmazsa hastalanıp ölme olasılığı yüksektir. Sıkça hastalandıkları için,
tedavi edecek hekim bulamazlarsa ölebilirler. Dolayısıyla, tüm bu etmenlerin en fazla
etkilediği grup, insanın en duyarlı olduğu bebeklik çağıdır. Bu nedenle, bugün
halk sağlığı yöneticileri, yazdıkları makaleler, yaptıkları araştırmalar, düzenledikleri
kongre ve konferanslardan edindikleri bilgilere dayanarak, “bir ülkede bebek ölüm
oranı sağlık düzeyini gösteren en iyi ölçüttür” derler.
Muş’a
geldiğim gün bebek ölüm oranını sordum. Arkadaşlarımız Muş kenti belediye
sınırları içinde bebek ölüm oranının binde 58-60 olduğunu hesapladılar. Bu çok
güzel bir oran, Ankara’da binde 46 dolayında olduğu tahmin ediliyor. Bu oranın
sizinki kadar doğru olduğu söylenemez. Köylerimizde bu oran binde 160 dolayındadır.
İskandinav ülkelerinde ve Amerika’da binde 20 kadardır. Binde 60 gerçekten
sevinilecek bir orandır. Doğru olduğundan kuşkulanmadığım bu sayı, sizin çabalarınızın
sonucudur. Dolayısıyla gerçekten hizmet etmişsiniz ve bu hizmette biraz önce söylediğim
ekip ruhunun varlığı büyük rol oynamıştır.
Örgütümüzle
ilgili bir soru daha akla gelebilir. Şöyle diyebilirsiniz: Sağlık ocaklarının
hastaneyle başkanlıklarla ilgisi açık. Hasta ocağa gelirse hizmet parasız sunuluyor
da neden hastane ve başkanlıklarda paralıdır? Yine, neden kimi ilaçlar parasız da
kimileri parayla veriliyor? Bu sistem nereden çıktı? Bunun örneği dünyada var mı?
Kimileri bu sistemin İngiltere’den, kimileri İsveç’ten alındığını söylerler.
Sizin için bu da ilgi çekici bir nokta olabilir. Efendim, bizdeki örgüt İsveç
örgütünden esinlenmiştir. İsveç’te tüm ülke 6.000 nüfuslu sağlık ünitelerine
ayrılmıştır. Her ünitede bir hekim, iki ya da üç halk sağlığı hemşiresi
vardır. Bu 6.000 nüfusa polivalan hizmet yapılır. Biliyorsunuz bizde de ortalama 7.000
nüfus var. Bu üniteye bizde bir hekim, bir hemşire, bir sağlık memuru ve 2-3 ebe
verilir. Bizdeki personel sayısı İsveç’ten daha fazla buna karşın, onların
olanaklarıyla bizimki kıyaslanacak gibi değildir. İsveç’te her evde telefon, her
eve asfalt yol var. Hemen herkesin kendilerine ait bir otomobili var. Ayrıca, İsveç’te
her onbin nüfusa 150 hastane yatağı düşmektedir. Bizde de hastaneler var, fakat
askeri hastanelerle birlikte bizde onbin kişiye 21 yatak düşmektedir. Farkın çok
büyük olduğu görülüyor. İsveç’te 6.000 nüfuslu bir ünitede sağlık ekibi hem
tedavi edici, hem koruyucu ve hem de adli tıp hizmetlerini yapar. Tıpkı bizdeki
gibidir. Türkiye’deki sağlık ocağı hekimi, İsveç’teki sağlık ünitesi
hekiminin aynıdır. İsveç’te hasta sağlık ünitesine gidersem parasız, hastaneye
gidersem paralıdır diye düşünmez, istediğine gider. Çünkü, her ikisi de parasızdır.
İsveç’te ilaçlar parasızdır. İşte bizimkiyle farklar buradadır. Bizdeki sistem,
yani önce sağlık ocağına gitme zorunluluğu ve gerekirse oradan hastaneye gitme
işlemi İngiltere’den alınmıştır.
İngiltere
sağlık yönetimi şöyledir: Kendi deyimleriyle bir sacayaktır. İngiltere’de bir
pratisyen hekimlik örgütü, bir koruyucu hekimlik örgütü ve bir de hastaneler
örgütü vardır. Bu üç örgüt birbirinden ayrıdır. Geçmişte bu örgütler
birbirinden ayrı olarak gelişmişlerdir. İngiltere savaştan sonra sağlık
hizmetlerini sosyalleştirirken bu örgütlenmeyi değiştirmemiştir. İngilizler varolan
kuruluşları pek değiştirmezler. İngiltere’de genel pratisyenlik örgütü şöyle
çalışır: Herkes istediği hekimi seçmekte serbesttir. Diyelim ki ben İngiltere’deyim,
hekim seçeceğim. Dr.S’yi seçtim ve onun listesine kaydoldum. Dr.S. benim adımı hükümete
bildirir ve 20 TL kadar para alır. Bir hekime en çok 3.500 kişi yazılabilir. Bu
yazılış kişilerin istemine bağlıdır. Hekim seviliyorsa listesi kabarık,
sevilmiyorsa listesi az sayıda hastadan ibaret kalır. Listeye yazılmak aileye de
bağlı değildir. Örneğin, ben hekim S.’yi seçtim, eşim Dr.A.’nın listesine
yazılabilir. Çocuklarımı da Dr.B.’nin listesine yazdırabilirim. Ben Dr.S.’nin
listesinde kayıtlı olduğum için hastalığımda ona başvurmam gerekir. Eğer Dr.A.’ya
gidersem, ücret öderim. Hastaneye de gidemem, ancak listesinde bulunduğum Dr.S.beni
hastaneye göndermeye gerek görürse giderim. İşte bu husus İngiliz sistemine benzer.
Bizden farklı olarak, İngiltere’de tüm ilaçlar ve sağlıkla ilgili gözlük, takma
bacak v.b. malzemeler de parasızdır. Bu nedenle parasal olarak hükümetin yükü
giderek artmaktadır. Ama bizde bildiğiniz gibi belirli ilaçlar (yaşam kurtarıcı ve
çok önemli ilaçlarla antibiyotikler v.b.) parasız, diğerleri paralıdır. İşte bu
sistem de Avusturalya’dakine benzer. Orada son 2-3 yıla kadar 10-15 kalem ilaç parasız
verilirdi ve eczacılar bu ilaçların parasını hükümetten alırlardı. Sistemin böyle
ülkeden ülkeye değişik oluşunun nedeni her ülkenin olanak ve koşullarının
farklılığındandır.
Biz
İngilterenin sistemini aynen kabul etseydik, herşeyden önce çok masraflı olacaktı.
İkincisi ise, birbirinden ayrı üç sağlık örgütünün bizde gerçekleşmesi de güçtü.
Bizde halkın çoğu köylerde yaşamaktadır. Sağlık ocağında ise sadece bir hekim
vardır. İsveç sistemini uygulayamazdık, çünkü halk ayak alışkanlığı ve “uzman
hekim pratisyen hekimden iyidir” inancıyla hastaneye gidecekti. Parasız hastanede
binlerce kişi sırada bekleyecek, bu durumda hastanede iyi bir poliklinik hizmeti
verilemeyecekti. Bu nedenle ülkemiz koşullarını ve diğer ülkelerin deneyimlerini
gözönüne alarak en uygununu bulmaya çalıştık. Oluşturulan bu örgüt ve
görevlendirme sistemi her zaman böyle kalacaktır denilemez. Yönetim yaşayan bir
organizmaya benzer, daima gelişir ve değişir. Onun için en iyisi budur denilemez.
Ebemizden müsteşarımıza
kadar, görev yaparken bu işi daha kolay, daha ucuz ve daha etkin nasıl yapabiliriz diye
düşünmeli, birbirimizle konuşarak daha iyi bir yol bulduğumuzda örgütümüzü, çalışmalarımızı
daha da geliştirmek için elden geleni yapmalıyız. Hangi örgütte herkes düşünmez
ya da düşüncelerini belirtmez ve hizmetin gelişmesi için yardımda bulunmazsa o
hizmet gelişemez. Şu bir buçuk yıllık uygulamada yaptığım gezilerde gerek bize
aktarılan sorunlar karşısında, gerekse yapılan öneriler hususunda aldığımız
önlemlerle kimi değişiklikler yaptık, yapıyoruz ve yapacağız. Gerçekten işini
benimsemiş ve onu geliştirmeye inanmış bir örgüte sahip olmak büyük yararlar sağlar.
Böyle bir örgüte, sağlık hizmetlerinin sosyalleştirildiği bölgelerde sahip olduğumuz
kanısındayım.
Şimdi biraz da
yönetimden söz edelim. Geçenlerde bize Bakanlıkta bir haftalık seminer yaptılar.
Adı, “Yüksek Yönetim Semineri” idi. Yüksek sözcüğünü herhalde devam edenler
gocunmasın diye koydular. Başta ben olmak üzere tüm genel müdürler bu seminere devam
etti. Seminerde ders verenler, Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü öğretim üyeleriydi.
Günde üç saatten altı gün yani tam 18 saat hepimiz eksiksiz olarak bu seminere katıldık.
Seminerden çok yararlandık. Bize bu seminerde modern yönetim yöntemlerini anlattılar,
iyi yönetici ile kötü yöneticinin kıyaslanmasını yaptılar. Yönetim nedir onu
söylediler. Onların anlattıklarını bizim yöneticiliğimizle kıyasladığımız
zaman çok yaya kaldığımızı gördük. Yani iyi yönetici değiliz. Şimdi size
kusurlarımıza ya da iyi yöneticiliğin niteliklerine değinirken, siz de özeleştirinizi
yapınız. Çünkü, hepiniz yöneticisiniz. Sağlık ocağı hekimi yönetici, hastane başhekimi
ve uzmanları yönetici. Çünkü, bunların emrinde çalışan personel var.
Seminerlerde
bize ilginç örnekler verdiler. Birinci örnek şu: Yönetimi bir orkestraya
benzetiyorlar. Diyorlar ki, “Bir orkestranın bir parçayı çalması için önce bir
eserin yazılmış olması gereklidir. Bunun yönetimdeki karşılığı mevzuat, yani yürürlükte
olan yasa, tüzük, yönetmelik v.b. gibi yazılı belgelerdir. Sonra orkestrada herkesin
önüne neyi çalacağını notalarla belirterek koymak gerek. Yönetimde bunun karşılığı
herkesin yapmak zorunda olduğu görevlerin belirtilmesidir. Yani ocak hekiminin görevi
şu, hemşirenin görevi bu v.b. gibi”. İkincisi, orkestrada herkesin kendi çalgısını
iyi çalabilmek gerek ki orkestra uyumla çalabilsin. Yönetimde de herkes mevzuata göre
iş yapmasını bilmeli ki iş yürüsün. Tepedeki yöneticinin görevi orkestra
şefliğidir. Burada sağlık müdürü orkestra şefidir. Başka işi yok. Kemancı bozuk
çalıyor diye orkestra şefi kemanı eline alıyor mu? Almıyor. Oysa ki bizde yönetici
sürekli olarak diğer personelin sorumluluğunu yüklenir. Efendim, sekreter işini
yapmıyor, ne yaparsın? Yazıları sen yazarsın. Yahut falan yerde iş iyi yürümüyor,
bizzat gider sen yaparsın. Ya da yazı yazıldı geldi, noktasını, virgülünü, hatasını
aramaya başlarsın. Sağlık müdürü bu işlerle uğraşacak olursa bu örgütün
uyumunu kim sağlayacak? Eğer orkestra şefi yoksa ne olur? Herkes önündekine bakarak
çalar. Çalar ama müzikten biraz anlayanlar bu orkestranın şefsiz çalamadığını görür.
İyi bir yönetici oturur, bacak bacak üstüne atar, sigara içermiş. Kötü
yöneticinin ise masasının üzeri kağıt yığınlarıyla dolu olurmuş ve odasına
biri girer biri çıkarmış. Bazen iki kişi girermiş o sırada da sürekli telefon
çalarmış. Çünkü tüm işleri kendi yapmak istermiş. Oysa ki yönetici düşünen
adammış, araştıran ve gören, aksaklıkları sezip düzelten adammış. Bizde yöneticilerin
bu iki tipten hangisine dahil olduklarını ben de bilemiyorum.
Seminerin en
ilginç yönü, bir Amerikalının Türkiye’de yönetimi inceleyen raporuydu. Bu raporda
Amerikalı diyor ki: “Türkiye’de yönetici otokrattır, amir yani emredici, demokrat
değildir. “Bunun nedenlerini şöyle belirtiyor: “Bunun nedenleri derinden geliyor.
Ailede baba her şeydir. Çocuk baba ile tartışamaz, daima babasının dediği olur.
Çocukluğu bu koşullarda geçer, sonra okula gider. Burada babanın yerini öğretmen
alır. Öğrenci öğretmenle tartışamaz. Türkiye’de öğretmenin her dediği
doğrudur. Örneğin öğretmeni eleştirse dayağı yer. Babası için de bu geçerlidir.
Okuldan sonra asker olur. Burada da durum aynıdır. Komutanın dediği doğrudur ve
onunla tartışılamaz. Askerlikten sonra memur olur, bu kez komutanın yerini dairedeki
amir alır. Aynı havadır ve amirlerin dediği yapılır. Amirle tartışılamaz onun
dediği doğrudur. Türk yönetimi bu sistem içinde gelişmiştir.” Bilmem adamı
haklı buldunuz mu?
Oysa ki iyi bir
yönetici herkesle görüşüp fikrini alır, birlikte bir karara varılır. Yahut
gerekiyorsa kitleyi o karara göre sürükler. Eğer yanlış bir karara varıldığını
hissederse bunu çözümler, gerekiyorsa emir mekanizmasını çalıştırır. Bu
Amerikalı, Türk yöneticilerini incelemiş ve onların niteliklerini şöyle belirtmiş:
“istisnalar dışında, Türk yöneticisi girişimci değildir, acelesi yoktur. Her işe
gayet yavaş karar verir. Birçok durumlarda karar almaya vakti yoktur. Ayrıntılara
boğulmuştur. Onun için en önemli sorun yetkidir. Yetki devrine asla olanak tanımaz. Tüm
yetkileri kendisinde toplamak ister. Birine danışmak ya da yardım istemekten
hoşlanmaz, bunu bir güçsüzlük sayar. Katiyyen hata kabul etmez. Çok gururludur.
Statükocu, yani mevzuata çok bağlı biridir. Mevzuatın hizmet için bir yol gösterici
olduğu anlayışı oluşmamıştır. Gizlilik düşüncesi yoktur ve sakin çalışma
gereğini duymamıştır. Bir yöneticinin, masasında kağıtları imzalarken sizinle
önemli bir konuyu konuştuğunu çok sık görürsünüz. Bu iki işi aynı anda
yaptığı için sizi ne dereceye kadar dinlediği kuşkuludur” diyor ve rapor bu
şekilde sürüyor. Adam doğru mu söylemiş, hata mı etmiş? Bunu bilmenin yararı var.
Birçoklarının doğru olduğunu biliyoruz. Ama böyle bir raporda bunların kağıt
üzerine konup göze batması ilginçtir. Benim de bunları belirtmekten amacım,
yukarıdaki raporda deyinilen hususları göz önüne alarak özeleştirinizi ve
değerlendirmenizi yapmanızı sağlamaktır, eğer hatalarınız varsa birlikte düzeltelim
diyedir. Beş yıllık müsteşarlığın verdiği kanıyla Türkiye’de yönetimsel bir
reformun zorunlu olduğunu söyleyebilirim. Bu yönetici tipi ve bu yönetimsel mekanizma
ile Türkiye gibi hızla gelişmek zorunda olan bir ülke, bu zorunluluğun gerektirdiği
hıza ayak uyduramaz.
Çok iş yaptık
ama, eğer daha iyi yöntemlerle çalışırsak daha iyi ve daha çok iş yapabiliriz. Bu
reform yukardan olamaz, aşağıdan olur. Alt basamaklarda çalışanlar yani doğrudan
halkla ilişkisi olan ve hizmet sunanlar sorumluluğu yüklenip görevi benimsedikleri
taktirde, aşağıdan gelen zorlamayla yukarıya doğru üst kademeleri değiştirmeye
mecbur oluruz. Amerikalı raporunda bu durum için şunu belirtiyor: “Alt basamaklardaki
memurlar, kendi düşüncelerini amirlerine kabul ettirmek için asla uğraşmazlar”. Bu
çok ilginç, oysa ki, batı ülkelerinde bu böyle değildir. Amirler de bu nedenle
herhangi bir tepki göstermezler. Biz de bunu oluşturabilirsek, yukarda söylediğim
alttan gelen zorlamayla üst basamaklarda değişmenin gerçekleşmesini sağlayabiliriz.
Onun için ben, sağlık hizmetlerinin sosyalleştirildiği bölgelerde hizmetin gelişmesi
için, aşağıdan gelecek zorlamaları bekliyorum. Bir kişinin çabasıyla hizmetler
geliştirilemez.
Sağlık
hizmetlerinin sosyalleştirilmesinin ulusca benimsendiği açıktır. Ulusun temsilcileri
olan partilerin tümü de benimsemiştir. Dolayısıyla, bu hizmet yürüyecektir.
Hepinizin bu ülkeye hizmet aşkıyla dolu olduğunu biliyorum. Bu aşk, sağlık
hizmetlerinin sosyalleştirilmesinde görev alanlarda diğerlerinden fazladır. Çünkü,
alacağınız biraz fazla para için bu bölgeye geldiğinizi kabul edemem. Size verilen
bu ücreti Türkiye’nin içinde ya da dışında her yerde kazanabilirsiniz. Buraya
gelip çalışmanızın birinci nedeninin insanlığa ve ülkeye hizmet inancı olduğuna
eminim. Bu kadar özveride bulunarak geldiğinize göre, hizmetin daha iyi yapılmasını,
daha verimli olmasını istemenizden doğal bir şey olamaz. Yalnız bunu üst
kademelerden beklemeyin, bu olabilecek ise ancak sizin çabalarınızla olur.
Sözlerimi
bitirmeden önce, disiplinle demokrasinin uzlaşmasını yapmak gereğini duyuyorum.
Hepimiz birlikte düşüneceğiz, tartışacağız ve çaba göstereceğiz. Ama bir
noktada, karar vermek sorumluluğunda olan düzeyde, karar verildi mi, bu kararı yerinde
bulmasak da uygulanması için elimizden gelen çabayı sarfetmeliyiz ve de etmemiz
gerekir. İşte bu disiplindir. Fikir hürriyeti, çaba ve uğraşın yanında disiplinden
yoksun bir örgüt hiçbir işe yaramaz. Yönetimde fikir yürütme ve tartışmalar karar
dönemine kadar sürer. Karar verildikten sonra, bunun en iyi şekilde yerine getirilmesi
gerekir. Bu hususta Amerikan ordusundaki uygulamayı duydum. Bilmem ne dereceye kadar
doğru? Amerikan askerleri dünyanın en disiplinli askerlerindenmiş. Herhangi bir görev
verildiği zaman askerler karşı çıkar, tartışır ama sonunda bu bir emirdir diye göreve
giderlermiş. Başarının sırrı buradadır. Karar dönemine kadar görüşme ve
tartışma tümüyle serbest, ama bir kez karar alındı mı o karara en iyi şekilde
uymak gerekli. Sağlık hizmetlerinin sosyalleştirildiği bu bölgede de bunu
yapabilirsek, yani karar dönemine kadar hep birlikte tartışır ve sonunda bir karara
varabilirsek ve kararı disiplinle uygulamaya alışırsak, olağanüstü sözcüğüyle
nitelendirilecek bir düzeyde başarılı olabiliriz.
Sözlerimi
bitirirken, bir buçuk yıl içinde gerçekten olağanüstü iş yaptığınızı tüm
içtenliğimle söyleyebilirim. Bununla her zaman öğünürüm. Teşekkür ederim.
* Bu yazı, Muş
ilindeki sosyalleştirilmiş sağlık hizmetlerini denetlemeye çıkan Müsteşar Nusret
H.Fişek’in, Muş sağlık personeliyle yaptığı bir söyleşinin, 1964 yılında Muş
Sağlık Müdürlüğünce yayınlanan “Muş Sağlık Bülteni” dergisinin 4-5-6-7-8
sayılarında yayınlanmıştır.
|