Dünyada
ve Türkİye'de Nüfus Sorunu*
I. Dünyada Nüfus Artışı:
Paleolitik ve neolitik çağlarda dünyada nüfus hem çok az, hem çok yavaş
artıyordu. Yüz binlerce yıl süren paleolitik çağ nüfusunun 2-20 milyon arasında
olduğu tahmin edilmektedir. Neolitik çağ ortalarında da tahmin edilen nüfus 100-200
milyon arasındadır. On yedinci yüzyılda ise nüfus ancak yarım milyara
ulaşabilmiştir. Nüfus artış hızının 17 ci yüzyıldan sonra hızlandığını
görüyoruz (Şekil:1). Günümüzde 4.1 milyara ulaşan nüfusun 2000 yılında 6.3
milyar olacağı hesaplanmaktadır.
Şekil:1- Çağlar Boyu Nüfus Artışı
2. Nüfus Artışını Etkileyen Öğeler:
Dünya ölçüsünde nüfus artışını ya da azalmasını iki öğe -ölümler ve
doğumlar- etkiler. Ülke ve bölge düzeyinde üçüncü bir öğe olan göçlerin de
nüfus artış ve azalışında rolü vardır. Paleolitik ve neolitik çağda
doğurganlık en yüksek düzeyde idi. Ölümlülük de hemen hemen aynı düzeyde olduğu
için nüfus artmıyordu. Ölümlerin yüksek oluşunun nedenleri de kıtlıklar, salgın
hastalıklar ve şiddet olayları idi.
On sekizinci yüzyılda batı ülkeleri yeni bir çağa, endüstri çağına girdi.
Bu çağın nüfus bakımından özellikleri kıtlıkların kontrolü, beslenmenin
düzelmesi, salgın hastalıkların önlenmesi, tıbbın gelişmesi ve üretim için insan
gücünün yerini büyük ölçüde diğer enerji kaynaklarının almasıdır. Endüstri
çağında sosyo-ekonomik gelişmişliğe koşut olarak doğurganlık da azalmaya
başlamıştır. Doğurganlık düzeyi ile sosyo-ekonomik öğeler arasındaki etkileşim
konusunda, her ülkede pek çok araştırma yapılmıştır. Kentleşme, eğitim
düzeyinin yükselmesi, üretim için insan gücü gereksinmesinin azalması, sosyal
güvence ve dayanışmanın gelişmesi, çocuk ve genç yaştaki erişkin ölümlerinin
azalması ve kadının ev dışında çalışması gibi etkenler ailelerin sahip
olacakları çocuk sayısı konusunda karar vermelerini belirleyen öğelerdir. Aslında
bu öğeler iki temel etkene indirgenebilir. Bunlardan biri Liebenstein'in ileri
sürdüğü gibi çocuğun aile için yarar ve maliyet dengesi, diğeri de kadının aile
içinde ve toplumdaki statüsüdür. Çocuğun aile için maliyeti artar, yararı azalır,
kadın ev dışında çalışır ve erkeklerle birlikte sosyal yaşantısı olursa doğurganlık azalır.
Çağlar boyu ölüm ve doğum hızlarındaki değişmeyi Blacker beş aşamalı
bir süreç olarak tanımlamaktadır (Şekil:2). İlk aşama -paleolitik ve neolitik
çağda olduğu gibi- ölüm ve doğum hızlarının yüksek düzeyde dengede olduğu
aşamadır. Bu aşamayı doğurganlığın değişmediği ölümlerin azaldığı aşama
kovalar. Zamanımızda az gelişmiş ülkeler bu aşamadadır veya üçüncü aşamaya
geçmiştir. Üçüncü aşamada doğumlar da azalmaya başlar. Dördüncü aşama doğum
ve ölüm hızlarının alçak düzeyde dengelenmesidir. Sanayileşmiş ülkeler 20 ci
yüzyıl başından beri bu aşamaya erişmişlerdir. Beşinci aşama düşük
doğurganlık başka bir deyimle doğum hızının ölüm hızından düşük olduğu-
aşamadır. Bir kısım endüstrileşmiş ülkeler -örneğin Batı Almanya- son yıllarda
bu aşamaya erişmiştir.
3. Nüfus Sorunları:
Neolitik çağın nüfus sorunu nüfusun hızlı artmayışıdır. O çağlarda
ekonomik, siyasi ve askeri güç nüfusa bağımlı idi. Üretim için insan gücü,
ordular için asker sayısı kritik öğe idi. Bu nedenle neolitik çağ insanı
çoğalmak istiyordu. Ancak ölümleri kontrol edemediği için hızla çoğalamıyordu.
Endüstri çağında özellikle 20 ci yüzyılın ikinci yarısında nüfus sorunu
daha karmaşık bir durum almıştır. Bu soruna hem tüm dünya açısından hem de
ülkeler açısından bakmak gerekmektedir. Nüfus sorunu Dünya açısından ele
alındığı zaman, en önemli sorunun beslenme sorunu olduğunu görürüz. Şayet nüfus
artışı bu hızla giderse gelecekte kıtlıklar kaçınılmaz bir sorun olacaktır.
Bugün bile kendi nüfusunu besleyebilecek kadar besin üretebilen ülkelerin sayısı
sınırlıdır. Birleşmiş Milletlerin Tarım ve Besin Örgütü (FAO) uzmanlarının
yaptığı hesaplara göre 1961 yılında dünya tahıl stoku 154 milyon tondu. Bu miktar
sürekli azalarak 1974 yılında 89 milyon tona düştü ve halen aynı hızla düşmeye
devam etmektedir. Protein üretim ve tüketiminde durum daha da kötüdür. Dünya
açısından ikinci önemli sorun, az gelişmiş ülkelerde hızlı nüfus artışının
sosyo-ekonomik gelişmeyi yavaşlatması ve buna bağımlı olarak gelişmiş ülkelerle
az gelişmiş ülkelerin refah düzeyleri arasındaki farkın hızla büyümesidir. Bunun
Dünya ölçüsünde sosyal çalkantılara ve savaşlara neden olması kaçınılmazdır.
Bu iki sorun yanında nüfusun artışına bağımlı olarak çevrenin daha fazla
kirlenmesi ve aşırı kentleşme de küçümsenemeyecek birer sorundur.
Şekil:2- Demografik Dönüşüm Aşamaları
Sorun ülkeler açısından ele alındığı zaman, az gelişmiş ülkelerde
nüfusun hızlı artışı sermaye birikimini olumsuz etkilemekte ve nitelikli insan
gücü yetiştirmeyi güçleştirmekte, bu nedenle ekonomik gelişme hızı çok
sınırlı kalmaktadır. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve konut gibi sosyal
gereksinmeler de bir yandan ekonomik güce, bir yandan da yapılacak iş hacmine
bağımlı olduğundan ülkeler bulundukları düzeyi aşamamakta veya çok yavaş
gelişebilmektedirler.
Gelişmiş ülkelerde nüfusun çok yavaş artışı ve hatta azalışı bu
ülkeler için bir sorun değildir. Bu ülkelerin çoğunun nüfuslarını arttırıcı
politikaları vardır. Ancak bu politika ailelerin isteklerine ters düştüğü için
etkisizdir. Aslında gelişmiş bir ülke için nüfusun azalması sosyo-ekonomik yönden
zararlı değil, yararlıdır. Çünkü ülkenin ikinci endüstri devrimi aşamasına
-otomasyon çağına- geçmesi kolaylaşır ve yabancı işçi kullanarak daha fazla
sermaye birikmesi sağlanır.
4. Nüfus ve Sağlık:
Nüfus ve sağlık konusunu işlemeden önce hızlı nüfus artışı, çok
çocuklu aile ve aşırı doğurganlık terimlerinin üzerinde durmak gerekir. Aslında bu
üç terim de aynı olguyu betimlemektedir. Fark, soruna bakış açısıdır. Kadın
fazla doğurduğu için aile çok çocuklu olmakta ve ülkenin nüfusu hızlı
artmaktadır. Bu nedenle nüfus sorununa sağlık açısından bakarken aşırı
doğurganlık terimini kullanmak yerinde olur.
Sağlık ile aşırı doğurganlık arasındaki ilişkiye gelince; aşırı
doğurganlık sağlığı hem doğrudan ve hem de dolaylı olarak etkilemektedir. Ailede
çocuk sayısı ve doğumlar arası sürenin çocuk sağlığı üzerine etkisini
gösteren çok sayıda araştırma vardır. Bunlardan bazılarının sonuçları
Tablo:1'de özetlenmiştir. Bu tablodaki verilerin gösterdiği gibi ailede çocuk
sayısı arttıkça çocuk ölümleri artmakta, çocukların hastalanma oranı
yükselmekte, beslenme durumu bozulmakta, çocukların zekâ gelişmeleri gerilemektedir.
Tablo:1- Aşırı Doğurganlığın Çocuk Sağlığına Etkisi
Ailede Yaşayan Çocuk Sayısı
|
|
Beslenme Yetersizliği Olan Çocuk Yüzdesi
|
Kişi Başına Yılda Gastro-Enterit
|
|
1 |
172 |
32.0 |
- |
106.4 |
2 |
117 |
34.1 |
- |
109.6 |
3 |
145 |
41.0 |
0.97 |
106.8 |
4 |
124 |
40.7 |
1.18 |
109.0 |
5 |
172 |
41.9 |
1.53 |
105.7 |
6 |
164 |
46.7 |
1.89 |
99.2 |
7 |
206(1) |
40.3 |
1.89 |
93.0 |
8 |
- |
46.2(2) |
2.11 |
83.8 |
9 |
- |
- |
- |
89.9 |
10 |
- |
- |
- |
62.0 |
(1)
7 ve daha fazla
(2) 8 ve daha fazla
Aşırı doğurganlığın, özellikle sosyo-ekonomik koşulların iyi olmadığı
durumlarda ana sağlığını olumsuz etkilediğine dair çok yayın vardır. Bunlardan
biri Tablo:2'de görülmektedir. Dört ve
daha fazla çocuğu olan kadınlarda jinekolojik şikayet ve hastalıklar dörtten az
çocuklu kadınlara kıyasla önemli ölçüde fazladır.
Tablo:2- Ergazi Sağlık Ocağı Bölgesinde Evli Kadınlarda
Doğurganlık ve Jinekolojik Hastalık ve Şikayetler Arasında İlişki
|
|
Jinekolojik
yakınması veya hastalığı olan kadınlar
|
4 veya daha az |
126 |
66
52 |
5 veya daha çok |
253 |
184
72 |
Toplam |
379 |
250
60 |
Chi Kare 18.32 p
<0.001
Nüfusun hızlı artışının ekonomik gelişme üzerine olan olumsuz etkisinin
sağlık üzerine de yansıması doğaldır. Gerçekten sağlık ile ekonomik güç
arasında genel bir ilişki vardır. Ancak çeşitli nedenlerle ortalamadan sapmanın çok
belirgin örnekleri de vardır. Suudi Arabistan'da kişi başına gelir 7690 dolar,
doğuşta beklenen yaşam süresi 53 yıldır. Buna karşın Srilanka'da kişi başına
gelir 190 dolar, doğuşta beklenen yaşam süresi 69 yıldır. Dünya Bankasının
yıllık gelişme raporunda Srilanka'nın durumu şöyle açıklanmaktadır:
"Srilanka'da beklenen yaşam süresi, eğitim düzeyi ve düşük doğurganlık,
diğer fakir ülkeler ile kıyaslanırsa bir rekor olduğu görülür. Hükümet bunu son
yirmi yılda milli gelirin yüzde onunu eğitim, sağlık ve beslenme programları için
harcayarak sağlamıştır. Bu uygulama, bir bakımdan ekonomik büyümeyi
yavaşlatmıştır. Milli geliri düşük olan diğer ülkelerde, milli gelir daha hızlı
artmıştır. Ancak diğer düşük gelirli ülkelerde kişi başına düşen gelirin
yüzde 1.4 artmasına karşın, Srilanka'da nüfus hızlı artmadığı için kişi
başına gelirin yıllık artış hızı yüzde 2 olmuştur."
Nüfusun sağlık üzerinde dolaylı etkisine gelince, bilimsel araştırmalar
göstermiştir ki, beslenme, konut durumu, eğitim ve çevre koşulları gibi faktörlerin
kişinin sağlık düzeyi üzerine etkisi vardır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi aşırı nüfus artışının da bu faktörler
üzerinde olumsuz etkisi vardır. Bu nedenle de aşırı nüfus artışı, makro düzeyde
bir yönüyle sağlık sorunu da olmaktadır. Nüfus artışının sağlık hizmetlerine
yaptığı etki üzerinde de durmak gerekir. Bir toplumda sağlık hizmetleri düzeyi
sağlık insan gücü ve tesislere bağımlıdır. Sağlık hizmetini geliştirmek için
kişi başına düşen sağlık personeli ve tesis sayılarını arttırmak esastır.
Aşırı nüfus artışı az gelişmiş ülkelerde bu oranların halk yararına
değişmesi için yapılan çabaların verimini büyük ölçüde düşürmektedir. Dünya
Sağlık Örgütünün incelemelerine göre son 20 yılda az gelişmiş ülkelerde hekim
sayısı iki katına çıkmıştır. Buna karşılık, 10.000 kişiye düşen hekim
sayısı 5.5 den 7.9 a çıkabilmiştir. Bu ülkelerde nüfus artış hızı Avrupa
ülkeleri düzeyinde olsa idi hekim oranı, aynı çaba sonunda 10.000 de 11olurdu.
Bir örnek de kendi ülkemizden verebiliriz. Ülkemizde 1927 yılında 3615 hasta
yatağı vardı ve 3762 kişiye bir hasta yatağı düşüyordu. Bu oran 1980 yılında
yatak başına 400 kişi oldu. 1927 ve 1945 yılları arasında nüfusumuzun ortalama
artış hızı binde 18 idi. Bu oran 1980 yılına kadar değişmese ve hastane yapımı
aynı hızda sürdürülse idi, nüfusumuz 35 milyon ve yatak başına kişi sayısı 311
olurdu.
Nüfusun sağlık üzerine etkisi, aile büyüklüğünün aile refahı üzerine
olan etkisiyle de gösterilebilir. Bir ailenin refahı gelirine, paranın satın alma
değerine ve ailedeki tüketici sayısına bağlıdır. Bu üç değişkenden ilk ikisinin
değişmediğini ve ailede çocuk sayısının değiştiğini varsayalım. Örneğin
aylık geliri 16000 lira olan iki işçi ailesini ele alalım. Birinin 2 çocuğu
diğerinin 8 çocuğu olsun. Birinci ailede kişi başına gelir 4000 lira ikinci ailede
1600 lira olacaktır. İkinci ailenin refah düzeyi ayda 6400 lira kazanan 2 çocuklu aile
düzeyinde olacaktır. Bu nedenle az çocuklu ailelerin, kendi düzeylerinde olan çok
çocuklu ailelere kıyasla, daha sağlıklı yaşama olanakları olacaktır.
5. Çocuk Düşürme: Tıbbi ve Sosyal Bir
Sorun:
Çocuk düşürme olgusu din adamlarını, düşünürleri, hekimleri ve devlet
adamlarını ilgilendiren bir konudur. Bu ilginin nedenlerinden biri, çocuk düşürmenin
bir canlının öldürülmesi sayılıp sayılamayacağıdır. Yirminci yüzyıla kadar
benimsenen görüş, çocuk düşürmenin bir cinayet olduğu idi. Bu görüşün en
kuvvetli temsilcisi Hipokrattır. Hipokratın görüşü, gebeliğin döllenmeyle
başladığı ve çocuk düşürmenin tıp ahlakına aykırı olduğu idi. Buna karşın
Aristo embriyoya ruhun 40'cı günde girdiği, Eflatun çocuk hayatının doğumlu
başladığı, Bergamalı Büyük Hekim Galen gebeliğin 28 ci haftasından önce fetusun
insan sayılamayacağı görüşünde idiler. Roma kanunlarına göre de çocuk düşürme
gebeliğin 40 cı gününden önce cinayet sayılmamakta idi.
Din adamlarının görüşlerine gelince; Bu konuda fark, dinlerden çok aynı
dinden olan din adamları arasında görülmektedir. İslam din adamları 1971 yılında
Rabat'ta toplanarak aile planlaması ve çocuk düşürme olgusunu tartışmışlardır.
Bir grup din adamı Kuranı Kerimin Müminin suresinin 12-14 ayetine dayanarak gebeliğin
ilk döneminde çocuk düşürmenin günah sayılamayacağını ileri sürmüşlerdir. Bu
ayetin anlamı şöyledir: "Seni önce kan pıhtısı olarak yarattım. Sonra senin
kemik ve etlerini yarattım ve ondan sonra sana can verdim." Bugünkü tıp
bilgilerimize göre yukarıda da belirtildiği gibi fetusta adalelerinin teşekkül
ettiğinin ilk belirtileri gebeliğin 8'nci haftasında başlar. Bu duruma göre 8-10 uncu
haftadan önce çocuk sayılacak canlı söz konusu değildir. Bir diğer grup İslam
bilgini ise, çocuk hayatının yumurtanın döllenmesi ve uterus içi zara yerleşmesi
ile başladığı ve ananın hayatının tehlikede olması gibi zorunlu durumlar
dışında çocuk düşürmenin günah olacağı görüşündedirler.
Musevi din adamları arasında da görüş birliği yoktur. Hıristiyan din
adamları arasında da durum aynıdır. Protestan kiliselerinde ancak ana sağlığı
yönünden gerekliyse çocuk düşürülebilir görüşünde olanlar yanında, bu konuda
karar yetkisinin kadın ve ameliyatı yapacak hekime ait olduğu ve konunun dinsel yönü
olmadığı görüşünde olanlar da vardır. Katolik kilisesine gelince, Katolikler,
insan hayatının döllenmeyle başladığı ve bu nedenle çocuk düşürmenin bir
günahsızı (masum) öldürme sayılacağı görüşündedirler. Katolik kilisesi bu
konuda çok katıdır. Ananın hayatı tehlikede olsa da çocuğun düşürülemeyeceği
görüşünü savunmaktadır. Bununla beraber Katolik din adamları arasında da ana
hayatı tehlikede ise çocuk düşürülebileceğini kabul edenler vardır.
Hekimlerin bu konudaki düşüncelerine gelince, bir kısmı çocuğun hayatının
yumurtanın döllenmesi ile, gebeliğin ise döllenmiş yumurtanın uterus içi zara
yerleşmesi ile başladığı görüşündedirler. Buna karşın bir kısım hekimler
uterus dışında yaşama yeteneği olmayan fetusun anadan ayrı bir varlık
sayılamayacağı görüşündedirler. Bu görüşte olan hekimlere göre, ananın
rızası ile çocuk aldırma bir hastalık nedeniyle bir organın çıkarılmasından,
sağlıklı kadınların güzelleşme nedeniyle yaptırdıkları plastik ameliyatlardan
veya vücuttan bazı kısımların çıkarılmasını gerektiren diğer ameliyatlardan
farksızdır. "Çocuk istemeyen gebe bir kadın sağlıklı mıdır?" sorusunun
yanıtını da aramak gerekir. Dünya Sağlık Örgütü anayasasında kabul edilen
tanımlamaya göre, "Sağlık, sadece hastalık ve sakatlığın olmayışı değil
bedenen, ruhen ve sosyal yönden tam iyilik halidir." Bu tanıma göre gebe kalan ve
psiko-sosyal nedenlerle bunalım içinde olan ve bu gebeliği istemeyen bir kadına
sağlıklı demek olasılığı yoktur.
Görülüyor ki Feylesoflar, din adamları ve hekimler arasındaki görüşler
oldukça çelişkilidir. Konuyu tartışanlar, genellikle, bilimsel gerçeklerden çok
inanç ve ön yargılarını savunmaktadır. Bu yargıyı destelemek üzere bir abartma
yapılabilir: "İnsan hayatı, insanın yaratılışından bu yana aralıksız süregelmektedir. Bu süreçte hayat sürekli
olarak, insan -yumurta ve sperm-embriyo-fetus-insan dönemlerinden geçmektedir. Bir
embriyo ve fetusun öldürülmesi ne kadar suç ise, cinsi münasebette bulunmayıp
çocuğa dönüşme potansiyeli taşıyan bir yumurtanın ölmesine ve ölü hücre olarak
uterustan atılmasına neden olmak da o kadar suçtur."
Çocuk düşürme konusunda olumlu veya olumsuz bir yargıya varmadan önce, çocuk
düşürmenin yasalar ile veya din baskısı ile önlenip önlemeyeceğini de düşünmek
gerekir. Bir kadın çocuk düşürmek istiyorsa ölümü göze alır. Gebe kalan bir
kadın doğurmak istemiyorsa -kendince geçerli saydığı nedenlerle- yasalar, din
adamları, hekimler ve yakınları ne derse desin istemediği bu gebeliği düşük ile
sonuçlandırır. Bu gerçeği gören ülkeler, isteyerek ve sosyal nedenlerle çocuk
düşürmeyi serbest bırakmışlar ve hekimler de bu görevi benimsemişlerdir. Bu
ülkeler arasında Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya,
Sovyetler Birliği gibi gelişmiş ülkeler ile Çin Halk Cumhuriyeti, Hindistan, Tunus
gibi az gelişmiş ülkeler vardır.
Türkiye'deki duruma gelince, ananın sağlığı tehlikede veya doğacak çocuğun
sakat doğma olasılığı fazla ise yetkili hekimler uterusu boşaltabilir. Bu konudaki
hangi koşullarda uterusun boşaltılabileceği "Tıbbi zaruret halinde gebeliğin
sona erdirilmesi ve sterilizasyon yapılması hakkında Tüzük" de belirtilmiştir.
Kürtajın yasal olduğu koşullar arasında birinci trimesterde teratojenik ilaç alma ve
röntgen çektirme de vardır.
Çocuk düşürmenin yaygınlığına gelince, uzmanların tahminine göre dünyada
her yıl isteyerek çocuk düşüren kadın sayısı 55 milyon dolayındadır. Tablo:3'de
örnek olarak seçilen bazı ülkelerdeki çocuk
düşürme hızları görülmektedir. Sovyetler Birliği ve Japonya gibi doğurganlığı
düşük ülkelerde çocuk düşürmenin yüksek oluşunun nedeni, etkin gebeliği
önleyici yöntemlerin kullanılmasının yaygın olmamasıdır. Buna karşın
doğurganlığı ve çocuk düşürme hızı düşük ülkelerde -örneğin İngiltere,
Fransa, İsveç vb.- gebeliği önleyici etkin yöntemler yaygın olarak
kullanılmaktadır. Türkiye, çocuk düşürmenin oldukça yaygın olduğu ülkeler
arasındadır. Yapılan araştırma sonuçlarına dayanan hesaplara göre her yıl 200.000
dolaylarında kadın isteyerek çocuk düşürmektedir. Bunun nedeni, doğu Avrupa
ülkelerinde olduğu gibi istenmeyen gebeliklerin etkin yöntemlerle önlenememesidir.
İsteyerek yapılan düşükler en iyi koşullarda bile olsa anne için belli bir
risk taşır. Ayrıca, bu düşüklerdeki komplikasyon hızı, düşüğün o ülkedeki
yasal durumuna, gebelik süresine, sonlandırma yöntemine ve sonlandıran kişinin bilgi
ve becerisine göre de önemli ölçüde artar veya azalır.
Tablo:3- Çeşitli Ülkelerde Çocuk Düşürme Sıklığı
Ülkeler(4) |
İs.
Düşük Hızı Binde (1) |
İs.
Düşük Oranı Binde (2) |
Kaba
Doğum Hızı Binde (3) |
İngiltere(1979) |
12 |
156 |
12 |
Fransa (1979) |
14 |
170 |
14 |
İtalya (1979) |
16 |
224 |
13 |
Tunus (1978) |
17 |
93 |
32 |
İsveç (1979) |
21 |
264 |
12 |
Türkiye (1973) |
29 |
138 |
32 |
ABD (1978) |
30 |
303 |
15 |
Macaristan (1979) |
36 |
344 |
16 |
Bulgaristan (1978) |
68 |
484 |
16 |
Japonya (1979) |
84 |
547 |
15 |
Romanya (1979) |
88 |
498 |
19 |
Sovyetler Birliği (1970) |
180 |
700 |
18 |
Açıklamalar: (1) Doğurganlık çağındaki 1000 kadının bir
yılda yaptığı isteyerek çocuk düşürme ve aldırma,
(2) Ölü doğum ve kendiliğinden düşük hariç 1000 gebelikten isteyerek düşükle
sonuçlananlar,
(3) Bir yılda bin kişiye düşen canlı doğum sayısı,
(4) Parantez içindeki sayılar düşük istatistiğinin yılıdır. Kaba doğum hızları
1978 yılına aittir.
Çocuk düşürme bir aile planlaması yöntemi olarak kullanılabilir mi? konusuna
gelince Japonya, Çin Halk Cumhuriyeti, Tunus gibi bazı ülkeler çocuk düşürmeyi bu
amaçla kullanmakta ve kolaylaştırıcı önlemler almaktadırlar. Ana sağlığı
yönünden bu doğru değildir. Aile planlaması, gebeliği önleyici ilaç ve araçlar ve
sterilizasyon ameliyatıyla yapılmalıdır. Zamanımızda yaygın olarak kabul edilen
uygulama, tıbbi veya sosyal nedenlerle çocuk sahibi olmak istemeyen gebe kadınların
tıbbi olanaklardan yararlandırılarak gebeliklerinin sona erdirilmesidir. 1983 yılında
ülkemizde de bu doğrultudaki yasa kabul edilmiştir.
6. Türkiye'de Nüfus Yapısı:
Osmanlı İmparatorluğu dönemine ait olarak
nüfus konusunda iki bilgi vardır. Bunlardan biri 1520-1530 yıllarında Kanuni
Sultan Süleyman döneminde yapılan ev sayımına dayanarak Ömer Lütfi Başkan'ın
yaptığı tahmindir. Bu tahmine göre İmparatorluğun nüfusu -Hıristiyan tebaa dahil-
11 milyondu. İkinci bilgi 1831 yılında yapılan sayım sonuçlarıdır. Bu sayımda
yalnız erkek nüfus sayılmıştır. Kadın-erkek nüfusu hemen hemen eş olacağına
göre 19 cu yüzyıl başlarında İmparatorluğun nüfusu 7.5 milyon dolayındadır.
Türkiye Cumhuriyeti hükümeti kuruluşundan bu yana nüfus sayımlarına büyük
önem vermiştir. İlk sayım 1927 yılında yapılmış ve Türkiye'nin nüfusu 13.6
milyon olarak saptanmıştır. 1935 yılında yapılan sayım, 1927 yılında gerçek
nüfusun biraz daha fazla olması gerektiğini göstermektedir. 1980 yılına kadar her
beş yılda bir yapılan nüfus sayımlarının sonuçları ve nüfus artış hızları
Tablo:4'de görülmektedir. 1980 yılında Türkiye dünyanın 19.cu ve Avrupa'nın 6.cı
en kalabalık ülkesidir. 2000 yılında nüfusumuzun 73 milyon olacağı
hesaplanmıştır. O zaman Dünyanın 15.ci ve
Avrupa'nın 2.ci en kalabalık ülkesi olacağız. Nüfus artış hızına gelince
Tablo:4'de görüldüğü gibi İkinci Dünya Savaşından önce nüfus artış hızı
binde 19 iken, İkinci Dünya Savaşı süresinde binde 10.6 ya düşmüş, savaştan
sonra hızla artarak 1955-1960 döneminde binde 28.5'e yükselmiştir. Ölüm ve doğum
oranlarına gelince, bu hususta araştırmalar 1960 larda başlamıştır. Yapılan
araştırmalar 1980 yılında derlenmiş ve değerlendirilmiştir. Bu bulgular Tablo:5 de sunulmuştur. Bu tabloda ve
Şekil:3'de görüldüğü gibi İkinci Dünya Savaşından sonra ölüm hızı doğum
hızına kıyasla çok hızlı düşmüş ve nüfusumuzun çok hızlı artmasına neden
olmuştur.
Tablo:4- Türkiye Nüfusu (1927 - 1980)
Yıllar |
Nüfus |
Sayımlar
Arası Artış |
Yıllık
Artış Hızı (Binde) |
1927 |
13.648.000 |
- |
- |
1935 |
16.158.000 |
2.510.000 |
21.10 |
1940 |
17.821.000 |
1.663.000 |
17.02 |
1945 |
18.790.000 |
969.000 |
10.59 |
1950 |
20.947.000 |
2.157.000 |
21.73 |
1955 |
24.065.000 |
3.118.000 |
27.75 |
1960 |
27.755.000 |
3.690.000 |
28.53 |
1965 |
31.391.000 |
3.636.000 |
24.62 |
1970 |
35.605.000 |
4.214.000 |
25.19 |
1975 |
40.348.000 |
4.743.000 |
25.00 |
1980 |
44.737.000 |
4.389.000 |
20.65 |
Tablo:5- Türkiye'de
Ölüm ve Doğum Hızları ve Beklenen Yaşam Süresi
Hızlar |
1945-50 |
1950-55 |
1955-60 |
1960-65 |
1965-70 |
1970-75 |
Kaba ölüm (binde) |
33.9 |
16.4 |
13.5 |
14.6 |
11.6 |
10.0 |
Bebek ölüm
(binde) |
270.0 |
178.0 |
156.0 |
153.0 |
134.0 |
112.0 |
eoErkek(yıl) |
36.7 |
42.0 |
46.5 |
50.5 |
53.9 |
57.1 |
eoKadın(yıl) |
39.6 |
45.2 |
49.7 |
53.7 |
57.4 |
60.7 |
eoErkekve Kadın(yıl) |
38.1 |
43.6 |
48.1 |
52.1 |
55.6 |
58.9 |
e5 Erkek(yıl) |
53.1 |
62.3 |
63.5 |
61.7 |
64.3 |
65.0 |
e5 Kadın(yıl) |
54.0 |
63.8 |
65.5 |
64.7 |
66.6 |
67.3 |
Kaba Doğum |
|
|
|
|
|
|
(binde) |
45.9 |
43.0 |
39.0 |
39.6 |
34.0 |
30.0 |
Toplam
Doğurganlık |
6.85 |
6.10 |
5.63 |
5.30 |
5.05 |
4.66 |
Zamanımızdaki sosyal ve ekonomik
sorunlar, büyük ölçüde bu hızlı artış ve yanlış ekonomik politikadan
kaynaklanmıştır.
Şekil:3- Türkiye'de Doğurganlık ve Ölüm
Türkiye nüfusunun yaş yapısında 1935 yılı ile 1980 yılı arasında önemli
bir fark yoktur. 15 yaş altındaki nüfus tüm nüfusun yüzde 40'ı ve bağımlılık
oranı (üretken olmayan nüfus / 15-59 yaşında üretken nüfus) 0.90'dır. Cinsiyet
oranlarına gelince 1927 de oran (E/K) 0.93 iken 1975 te 1.03 olmuştur.
7. Türkiye'de Nüfus Politikaları:
Osmanlı İmparatorluğu zamanında nüfus sorunu bugün anladığımız anlamda
üzerinde durulan bir konu olmamıştır. Bu dönemde, İmparatorluk topraklarının
genişletilmesi veya korunmasına bağlı olarak bilhassa askeri güçle ilgili fazla
nüfus isteği ve aynı zamanda tarihin derinliklerinden gelen geleneksel bir inançla
büyük ve kalabalık aile sahibi olma arzusu vardı. Türkiye'de nüfus sorununu ulusal
bir politika olarak ele alan ve üzerinde duran Atatürk'tür. Atatürk, 1920 yılında
yaptığı bir konuşmada, "Milletimizin sıhhatinin muhafaza ve takviyesi,
ölümlerin azaltılması, nüfusun artırılması, bu suretle efradı milletin dinç,
çalışkan ve kabiliyetli bir halde yetiştirilmesi lazımdır." demiştir. Şunu
hemen belirtmek gerekir ki, her fikir ve söz bulunduğu koşullar içinde
değerlendirilmelidir. Atatürk, nüfus arttırma politikasını desteklediği yıllarda
Türkiye, Balkan Savaşı, Trablusgarp Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal
Savaşı gibi dört büyük savaştan çıkmış, geniş arazi ve nüfus kaybetmişti;
tifüs ve sıtma gibi hastalıklar halkı kasıp kavurmaktaydı. Türkiye hızla
kalkınmak zorundaydı. Bu da ancak tarımsal üretimi arttırmakla mümkündü. Tarım
değil Türkiye'de, bütün dünyada bugünkü anlamda makineleşmemişti; Tarımsal
kalkınma için insan gücüne gerek vardı. Bir diğer nokta da, Türkiye'nin kendisine
dost olmayan memleketler karşısında bağımsızlığını koruması için kuvvetli bir
orduya muhtaç olmasıydı. O yıllarda askeri güç, silah kuvveti kadar asker sayısına
da dayanıyordu. Bu koşullarda, yüzölçümü 700.000 kilometre kareyi aşan, tabii
kaynakları zengin, 10-15 milyon nüfuslu bir ülkede nüfusun hızla artmasını istemek
ve bunu sağlayacak önlemlere başvurmak, kuşkusuz doğru bir politikaydı. Bu politika,
sağlık hizmetlerini olabildiği kadar geliştirmekle beraber, düşük ve gebeliği
önleyici ilaç ve araçların satılması, kullanılması ve bu konuda eğitim ve
propaganda yapılmasının yasaklanması, altı çocuktan fazla çocuklu annelere ikramiye
ve madalya verilmesi, çok çocuklu ailelerin yol vergisinden muaf olması gibi
önlemlerin kanunlarda yer alması biçiminde yürütülmüştür.
Bu politikanın sonucu ne olmuştur ? 1927-1945 yılları arasında bütün
çabalara rağmen nüfus artış hızı ortalama olarak ancak binde 18'e varmıştır. Bu
hız gelişmiş ülkeler arasında rast gelinebilen en yüksek hızdır. Türkiye gibi
ulusal kaynakları oldukça zengin olan bir ülke için de normal sayılabilir. Beş
yılda bir yapılan nüfus sayımları, nüfus artışının anormal bir eğilim
gösterdiği işaretini ilk defa 1950 de verdi; nüfus artış hızı binde 22'ye
çıkmıştı. 1955 sayımı sonucu ise durumun tehlikeli bir hal aldığının
kanıtını veriyordu. Üzülerek belirtmek gerekir ki, ülkemizi yönetmekten sorumlu
olanlar, bu önemli gözlemi değerlendirememiş ve zamanında önleyici önlemleri
almamışlardır.
Ülkemizde nüfus sorunu, aşırı doğurganlığın, çocuk düşürmelerin
artması ve ana ölümlerine neden olması biçiminde ortaya çıkmıştır. 1958
yılında Ankara Doğum Evi Baş Hekimi Dr.Zekai Burak, Sağlık ve Sosyal Yardım
Bakanlığına bu durumu bildirmiş ve ülkemizde gebeliği önleyici araç, gereç ve
ilaçların satış ve kullanılmasının serbest bırakılmasını önermiştir.
Bakanlık konuyu incelemek üzere bir bilim kurulu kurmuştur. Bu kurul da Dr. Burak'ın
önerilerini desteklemiştir. Ancak, bu önemli adım bürokratik mekanizmanın çarkları
arasında takılıp kalmıştır.
1960 yılında, 27 Mayıs devrimini kovalayan aylarda Sağlık ve Sosyal Yardım
Bakanlığı ana ve çocuk sağlığı bakımından büyük bir önemi olan doğum
kontrolü sorununun çözümünü önemle ele almış ve nüfus politikasını
değiştirme amacıyla Devlet Planlama Teşkilatıyla ilişki kurmuştur. Bakanlık ve
Devlet Planlama Teşkilatı yöneticileri 1960 yılı kasım ayında yaptıkları bir
toplantıda nüfus politikasının nüfus artış hızını azaltıcı yönde
değiştirilmesi için birlikte çalışmaya karar vermişlerdir. Bu çalışmalar verimli
sonuç vermiş ve 1962 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, Birinci Beş Yıllık
Sosyal ve Ekonomik Kalkınma Planında Hükümetlerin nüfus artışını azaltıcı
önlemler almasını kabul etmiştir.
Bu antinatalist Politika 1980 yılına kadar hiç bir hükümet tarafından
değiştirilmemiş olmakla beraber ele alış biçiminde değişiklikler olmuştur.
Birinci Beş Yıllık Sosyal ve Ekonomik Planda nüfus planlaması sorunu ekonomik bir
sorun olarak ele alınmıştır. İkinci Planda nüfus planlaması terimi yerine Aile
Planlaması terimi kullanılmış ve gerekçe olarak Aile Planlaması programıyla
ana-çocuk sağlığı düzeyinin yükseltileceği ve ekonomik kalkınmanın
kolaylaşacağı belirtilmiştir. Üçüncü ve Dördüncü Planlarda ise Aile Planlaması
sadece sağlık için gerekli bir önlem olarak görülmüştür.
1962 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisinde antinatalist politikanın kabulü
büyük bir tepkiyle karşılanmış ve hükümet, görüşünü kabul ettirmekte zorluk
çekmiştir. Bu politikanın uygulamaya geçmesi için gerekli kanunun kabulü de 1965
yılında mümkün olmuştur. Bu kanunda Nüfus Planlaması, bir kadının istediği zaman
ve istediği sayıda çocuk sahibi olması olarak tanımlanmış, çocuk düşürme ve
sterilizasyonun nüfus planlaması yöntemi olarak kullanılması yasaklanmış ve
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığına, diğer kamu kuruluşlarıyla işbirliği
yaparak, ailelere eğitim yapma ve hizmet sunma görevi verilmiştir. Bu kanunun eksik
tarafı sterilizasyon ameliyatını ve sosyal nedenlerle kürtajı yasaklamış
olmasıdır.
Kabul edilmiş olan antinatalist politikanın uygulamasına gelince, gebeliği
önleyici araç, ilaç ve gereçlerin yapımı, satışı ve kullanılması serbest
bırakılmış, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı Aile Planlaması uygulamaları
için klinikler açmış ve eğitim konusunda da çalışmalar yapılmıştır. Ancak
isteyerek çocuk düşürmenin yüksek bir düzeyde oluşu ve artmaya devam etmesi
yapılan hizmetin ailelerin istemini karşılamaktan uzak olduğunu göstermektedir. SSYB
Nüfus Planlaması Müdürlüğünün 1979 yılı raporu da bunu göstermektedir. Bu
rapora göre 1979 yılında 10.000 doğurganlık çağındaki evli kadından 149 una
uterus içi araç takılmış, 140 ına bir yıllık hap ve bir yıllık kaput
verilmiştir.
8. Türkiye'de Ailelerin Aile Planlaması
Konusunda Bilgi, Tutum ve Uygulamaları:
Ülkemizde aile planlaması konusunda halkın bilgi, tutum ve uygulamasını
araştırmak üzere ilk araştırma, Türkiye'yi temsil eden bir örnek üzerinde, 1963
yılında Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı tarafından yaptırılmıştır. Bu
araştırmadan sonra her beş yılda bir -1968, 1973, 1978'de- Hacettepe Nüfus Etütleri
Enstitüsü, Aile Planlaması bilgi, tutum ve uygulama durumunu saptayacak araştırmalar
yapmıştır.
Bu araştırmaların sonuçlarına göre kadınlar için ideal çocuk sayısı
1963'den 1978 yılına kadar 15 yılda önemli ölçüde değişmemiştir. 1978
araştırması ortalama çocuk sayısının 3.03 çocuk olduğunu göstermiştir. Bu
ortalama, bir çocuğu olan kadınlarda 2.7, dokuz veya daha fazla çocuğu olanlarda 3.5
tir. Bu araştırmalar da aile normunu saptamak için kadınlara kaç çocukları olduğu
ve başka çocuk isteyip istemedikleri de sorulmuştur. Tablo:6'da görüldüğü üzere 3
çocuğu olan kadınların yüzde 73.4'ü başka çocuk istememektedir. Bu oran kentler
için yüzde 80.5, köyler için 64.5 tir. Ülkemizde çeşitli tabakalar arasında
batının kentleri ve doğunun köyleri, aile normu bakımından iki uçtur. Batı
kentlerinde toplumsal normun 2 ve doğu köylerinde 4 olduğunu görüyoruz.
Tablo:6- Yaşayan Çocuklardan Başka Çocuk istemeyen Kadınların
Yüzdeleri
|
|
1 |
|
|
|
|
|
|
Türkiye |
0.8 |
10.0 |
51.5 |
73.4 |
82.6 |
84.9 |
86.4 |
57.1 |
Kentsel |
1.4 |
11.5 |
58.7 |
80.5 |
89.5 |
91.0 |
84.3 |
58.0 |
Kırsal |
0.0 |
8.0 |
39.9 |
64.5 |
76.4 |
81.1 |
87.6 |
56.1 |
Batı Kentsel
Doğu Kırsal |
0.0
0.0 |
10.0
7.8 |
65.1
21.2 |
85.7
35.4 |
92.6
58.5 |
93.1
68.1 |
100.0
85.4 |
57.5
48.2 |
Ülkemizde kadınların gebeliği önleyici yöntemler konusunda bilgilerinin de
oldukça fazla olduğu görülmektedir. 1978 yılında kadınların çeşitli yöntemler
konusunda bilgi düzeyleri Tablo:7'de görülmektedir. Bilgi, en az bir yöntem bilen
kadın olarak değerlendirilirse, kadınların yüzde 91'inin en az bir yöntem bildiği
görülür.
Tablo:7- Kadınların Bildikleri Gebeliği Önleyici Yöntemler
(yüzde)
|
|
|
|
Uterus içi araç |
24 |
44 |
68 |
Hap |
51 |
30 |
81 |
Kaput |
12 |
40 |
52 |
Geri Çekme |
20 |
45 |
65 |
Lavaj |
5 |
45 |
50 |
Sterilizasyon Erkek |
0 |
9 |
9 |
Kadın |
1 |
38 |
39 |
Açıklamalar: (1) "Bildiğin yöntemleri say" sorusunu yanıtlayanlar,
(2) "Bu yöntemi duydun mu?" sorusunu yanıtlayanlar.
Gebeliği önleyici yöntem kullanmaya gelince, Tablo:8'de Türkiye'de 1963-1978
yılları arasında gebeliği önleyici yöntem kullananların oranları görülmektedir.
Bu sürede gebeliği önleyici yöntemleri kullananların oranı yüzde 22 den yüzde 44'e
yükselmekle beraber geleneksel ve koruma oranı düşük olan yöntemler, hâlâ en
yaygın olan yöntemlerdir. Bu gözlem de, bundan önceki bölümde değinildiği gibi,
halka sunulan hizmetin yetersizliğinin bir kanıtıdır. 1978 araştırmasında gebeliği
önleyici yöntem kullananların oranı risk altında olan kadınlar üzerinden
verilmiştir. Bu araştırma sonuçlarına göre doğurganlık çağındaki evli
kadınların yüzde 12.5 inin, kısırlık ve halen gebe olma gibi nedenlerle, korunması
gerekmemektedir. Bu kadınlar hesap dışı bırakılırsa, gebelik riski altında olan
kadınların yüzde 50.4 ünün korunmakta olduğu görülür. Bu veriler gösteriyor ki
ülkemizde doğurganlığın yüksek oluşu ailelerin fazla çocuk istemelerinden değil
etkin yöntem kullanmamalarındandır. 1978 araştırmasında aile planlaması hizmet
açığını saptama amacıyla kadınlara "Son gebeliğinizde çocuğunuz olsun
istediğiniz için mi gebe kaldınız?" sorusu da sorulmuştur. Doğurganlık
çağındaki evli kadınların yüzde 38'i çocuk istemedikleri halde gebe kaldıkları
yanıtını vermiştir.
Ülkemizde yılda 1.4 milyon doğum olduğu varsayılırsa her yıl 366.000
istenmeyen çocuk doğduğu ortaya çıkar. Eğer, bu gebelikler önlense Türkiye'de kaba
doğum hızı binde 30 yerine binde 19 olurdu ve Türkiye'de hızlı nüfus artışı bir
sorun olmaktan çıkardı.
Tablo:8- Türkiye'de Doğurganlık Çağında Evli Kadınlarda
Gebeliği Önleyici Yöntem Kullananlar (1963-1978)- (Yüzde)
Yöntemler |
1963
(1) |
1968
(1) |
1973
(1) |
1978
(1)
(2) |
Uterus içi araç |
0 |
1.6 |
2.3 |
3.5 4.0 |
Hap |
1.0 |
2.2 |
4.8 |
4.9 5.6 |
Kaput |
4.3 |
4.4 |
4.7 |
3.6 8.1 |
Geri Çekme |
10.4 |
18.0 |
23.6 |
19.4
22.2 |
Diğer |
12.0 |
12.9 |
10.1 |
12.7 14.5 |
Toplam Korunan
Korunmayanlar |
22.0
78.0 |
32.0
68.0 |
38.0
62.0 |
44.1
50.4
55.9
49.6 |
Açıklamalar:(1) Baz:Doğurganlık Çağında ve Evli Tüm
Kadınlar (Yüzde).
(2) Baz: Doğurganlık Çağında, evli ve Gebelik Riski Altında Olan Kadınlar (Yüzde).
NOT:1963, 1968 ve 1973 araştırmalarında yöntem yüzdeleri kullanılan toplam yöntem
bazına göre hesaplanmıştır.
9. Dünyada ve Türkiye'de Nüfus
Planlaması Hareketleri:
Batıda endüstri çağına giren ülkelerde nüfus planlaması, daha yerinde bir
deyimle aşırı doğurganlığın kontrolü, bir halk hareketi olarak 19 cu yüzyılda
başlamıştır. Halka gebeliği önleme yöntemlerinin öğretilmesini ilk savunan kişi
bir İngiliz papazı olan Jeremy Bentham'dır. Bentham'ın etkisi ile Francis Place doğum
kontrolü konusunda bir kampanya açmış ve Richard Carlyle da doğum kontrolü
yöntemlerini öğreten bir kitap yayınlamıştır. İngiltere'den sonra halk önderleri
diğer Avrupa ülkelerinde de bu konuda eğitime başlamışlardır. Dünyada ilk aile
planlaması kliniği de 1882 yılında Hollanda'da kurulmuştur.
Amerika Birleşik Devletlerinde doğum
kontrolü hareketinin gelişmesi kolay olmamıştır. A.B.D.' de bu hareketin öncüsü
Charles Knowlton adlı bir hekimdir. 19 cu yüzyılda yaşamış olan Knowlton, halk için
gebeliğin önlenmesi konusunda yazdığı kitaptan ötürü, ahlaka aykırı yayın
yaptığı gerekçesi ile, hapse mahkum olmuştur. 1916 yılında Margaret Sanger de aile
planlaması kliniği açtığı için hapse mahkum olmuştur.
Hükümet düzeyinde nüfus planlaması hareketini ilk başlatan ülke
Japonya'dır. Japonya 1948 yılında kürtajı serbest bırakmış ve ailelerden 2-3
çocuktan fazla çocuk sahibi olmamalarını istemiştir. Japonya on yıl içinde kaba
doğum hızını binde 30'dan batı ülkeleri düzeyine- binde 18'e -düşürmüştür.
Nüfus planlaması programını başlatan ikinci ülke Hindistan'dır. Aslında
İngiltere 1928 yılında Hindistan'da doğum kontrolü hareketini başlatmıştı. Ancak
bu Hintlilerce kabul edilmemiştir. 1947 yılında, Hindistan bağımsızlığını
kazanınca, Nehru Hindistan'ın nüfus sorunu olmadığını, fakirliğin nedeninin
İngiltere'nin sömürüsü olduğunu söylemişti. Bununla beraber Nehru gerçeği kısa
zamanda görmüş ve 1955 yılında kalkınma planı hazırlanırken "Nüfus
Artışı Azaltılmadan Hindistan Kalkınamaz" demiştir.
1960 yılından sonra az gelişmiş ülkelerin pek çoğu nüfus artışının
önemli bir sorun olduğunu kabul etmiş ve nüfus artış hızını azaltma veya
Ana-çocuk sağlığı düzeyini yükseltme gerekçesiyle aile planlaması programları
başlatmışlar veya halka aile planlaması hizmeti sunmuşlardır. Bu hareket Afrika'da
Batının yeni bir sömürgecilik önlemi olduğu düşüncesiyle ve Latin Amerika
ülkelerinde Katolik kilisesinin etkisiyle çok yavaş gelişmiştir. 1979 yılında
-Tablo:9'da görüldüğü gibi- 132 az gelişmiş ülkeden 35'inin antinatalist
politikası vardır, 31 ülke ana-çocuk sağlığı düzeyini yükseltmek için aile
planlaması hizmetlerini desteklemektedir. Bu 66 ülkenin nüfusu, az gelişmiş
ülkelerin toplam nüfusunun yüzde 91' idir. Aile planlamasına karşı veya ilgisiz olan
65 ülkede 238 milyon kişi yaşadığı için bu ülkelerin tutumu dünya için bir sorun
teşkil etmemektedir.
Tablo:9- Az Gelişmiş Ülkelerde Nüfus Politikası
|
Kuzey
Afrika |
Siyah
Afrika |
Batı Asya |
Doğu Asya
ve Okyanusya |
Güney
Asya |
Latin Amerika |
Toplam |
Antinatalist Politika |
3 |
5 |
2 |
11 |
5 |
9 |
35 |
Sağlık Nedeniyle Aile
Planlamasını Destekleme |
2 |
15 |
2 |
1 |
0 |
11 |
31 |
Politikası Bilinmeyen |
- |
- |
- |
1 |
- |
- |
1 |
Aile Planlamasını
Desteklemeyenler |
1 |
26 |
12 |
12 |
1 |
13 |
65 |
TOPLAM |
6 |
46 |
16 |
25 |
6 |
33 |
132 |
Birleşmiş Milletler ve bağlı kurumlar da nüfus planlaması konusu üzerinde
önemle durmakta, nüfus artış hızı yüksek olan üye ülkelere bu hızı azaltıcı
önlemler almalarını önermekte ve yardım isteyen ülkelere teknik ve mali yardım
yapmaktadırlar. Bir kısım gelişmiş ülkelerde -özellikle ABD ve İsveç- ikili
anlaşmalarla az gelişmiş ülkelere aile planlaması hizmetlerini geliştirmeleri için
yardım etmektedirler. Nüfus planlaması konusunda sosyalist blok ülkelerinin görüşü
batı bloğundan farklıdır. Bu ülkeler, nüfus planlamasına karşı olmamakla beraber,
önceliğin ve uluslararası yardımların nüfus sorununa değil sosyo-ekonomik
kalkınmaya verilmesini savunmaktadırlar.
Hükümetlerin nüfus planlamasına önem vermeleri ve uluslararası düzeyde
yardımlaşmaya rağmen bu programlar birkaç ülke dışında -örneğin Çin Halk
Cumhuriyeti, Güney Kore Cumhuriyeti gibi- beklenen hedefe ulaşamamakta, başarı düzeyi
düşük olmaktadır. Kolay başarı elde edilememesinin başlıca nedeni ailelerin çocuk
sayısını sınırlama konusunda isteksiz olması ve ülkelerin halka kullanabilecekleri
biçimde hizmet sunamayışıdır. Tablo:10'da, örnek olarak alınan bir kısım
ülkelerde kaba doğum hızlarındaki düşüşler gösterilmiştir.
Türkiye'deki duruma gelince, ülkemizde nüfus planlaması programının
uygulanmasına 1965 yılında başlanmış ve her kaynaktan oldukça önemli ölçüde
dış yardım alınmıştır. Buna karşın planın öngördüğü hedeflere
ulaşılamamıştır. Ülkemizde nüfus planlaması konusunda başarının sınırlı
oluşunun nedeni diğer az gelişmiş ülkelerden farklıdır. O ülkelerde küçük aile
toplumsal norm değildir. Bu durum programların uygulanmasını olumsuz etkileyen ve
giderilmesi güç bir engeldir. Türkiye'nin sorunu, herkese kullanabileceği biçimde
aile planlaması hizmeti sunulamamasıdır. Türkiye gibi, küçük ailenin norm olduğu
ve istenmeyen gebeliklerin önlenemediği ülkelerde nüfus planlaması programlarını sadece sosyo-ekonomik gelişmeyi
kolaylaştırıcı bir program olarak düşünmek doğru değildir. Bu ülkelerde
istenmeyen gebelikler önlenmediği ölçüde- ana sağlığı için büyük bir tehlike
olan -çocuk düşürme olayları artmaktadır. Çocuk düşürmeleri önlemenin tek yolu
başarılı bir aile planlaması programı uygulamaktır.
Tablo:10- Çeşitli
Ülkelerde Doğurganlık Düzeyindeki Değişmeler Kaba Doğum Hızı (Binde)
Ülkeler |
1960 |
1978 |
Fark |
Kanada |
27 |
16 |
11 |
A.B.D |
24 |
15 |
9 |
Batı Almanya |
17 |
9 |
8 |
Sovyetler Birliği |
24 |
18 |
6 |
İtalya |
18 |
13 |
5 |
İngiltere |
17 |
12 |
5 |
Japonya |
18 |
15 |
3 |
Güney Kore |
41 |
21 |
20 |
Çin Halk Cumhuriyeti |
36 |
18 |
18 |
Tayvan |
39 |
21 |
18 |
Tunus |
49 |
32 |
17 |
Türkiye |
44 |
32 |
12 |
Indonesia |
47 |
37 |
10 |
Hindistan |
43 |
35 |
8 |
Mısır |
45 |
37 |
8 |
Bangladeş |
51 |
46 |
5 |
Pakistan |
48 |
45 |
3 |
Suriye |
47 |
45 |
2 |
Nijerya |
52 |
50 |
2 |
Zambia |
51 |
49 |
2 |
Gana |
49 |
48 |
1 |
Kamerun |
43 |
42 |
1 |
Suudi Arabistan |
51 |
51 |
0 |
10.
Aile Planlamasında Hekim ve Diğer Sağlık Personelinin Görev ve Sorumlulukları:
Hekimlerin ve diğer sağlık personelinin aile planlaması hizmetlerindeki görev
ve sorumlulukları iki temel nedenden kaynaklanmaktadır. Bunlardan birincisi aile
planlamasının, her şeyden önce, bireylerin ve ailelerin sağlığını geliştirmenin
bir aracı olmasıdır. İkinci nokta ise "ahlaki" sorumluluktur. Hekim ve
diğer sağlık personelinin hastalıkları denetim altına alıp insan ömrünü uzatmada
gösterdikleri başarı, tarım toplumlarında ölümle doğum arasındaki doğal dengeyi
bozmuş ve bu yoldan nüfus patlamasına yol açmıştır. Beliren dengesizliği gidermede
tek yol doğurganlığın denetim altına alınması olduğuna göre, doğurganlık
denetim programlarının başarıya ulaştırılması görevi de -ölümlerin kontrolunda
olduğu gibi- hekim ve sağlık personeline düşer. Bu konuya da hastaları tedaviye verdikleri önem kadar önem vermek
zorundadırlar. Ne yazık ki hekimlerin bu görevlerini benimsedikleri ve önderlik
ettikleri ve sağlık personelinden oluşan ekibi bu yolda etkili bir biçimde
kullandıkları söylenemez.
Hekimlerin aile planlaması konusunda "tutucu" tutumlarını irdeleyen
Guttmacher, 1967 yılında bu tür tutumun şekillenmesinde altı ana etkenin rol
aldığını yazmıştır. Bu etkenlerden ikisi,
"Kimseye Zarar Vermeyin" ve "Hayatın Korunması" deyimlerinde
özetlenebilir. Guttmacher şöyle devam ediyor: "Hekimin parolası " Kimseye
Zarar Vermeyin' dir. Bu, aynı zamanda tıp felsefesinin temel taşlarından biridir.
Gebeliği önleyici yöntemlere karşı hekimlerce benimsenen olumsuz tutum, görünüşe
göre, bir ölçüde bu anlayıştan kaynaklanmaktadır". Bu tutum, haklı
gösterilemeyecek bir sorumluluktan kaçıştır. Bir şeyler yaparak insanlara zarar
vermekle, yapılması gerekeni yapmaktan kaçınarak insanlara zarar vermek arasında
hiçbir fark yoktur.
Guttmacher anlatımını sürdürüyor: "Hekimin eğitimi, insanın yaşamı
ne kadar çarpık, ne kadar acılı, ne kadar berbat olursa olsun, mutlaka korunması
gerektiği üstüne kurulmuştur." Bu açıdan bakıldığında, doğurganlık
denetiminin, hekimlik mesleğinin en temel ilkesine ters düştüğü izlenimi uyanabilir.
Hippocrates'ten bu yana, hekimlik felsefesi, hayatın kısıtlanması değil, varoluşun sürdürülmesi üstüne kurulmuştur. Ancak
doğum kontrolü, yaşamı kısıtlayıcı bir eylem değil, aksine doğanların ve
doğacakların daha iyi ve sağlıklı yaşam sürdürmelerinin bir aracı, bir
güvencesidir. Yaşam salt biyolojik bir olgu değildir. Böyle görülemez. İnsanın
toplumsal esenlik ve refah içinde yaşaması en az bedensel sağlık içinde bulunması
kadar önemlidir. Dünya Sağlık Örgütünün kuruluş belgesindeki "sağlık"
tanımını bir an için bile olsa hatırdan çıkarmamak gerekir. "Sağlık, sadece
hastalık ve sakatlığın olmayışı değil, bireylerin bedensel ruhsal ve toplumsal
yönden tam iyilik halidir."
Hekim ve Sağlık Personelinin aile planlamasındaki görevleri şunlardır:
a- Ailelerin yetiştirebilecekleri kadar -besleyebilecekleri kadar sayıda- çocuk
sahibi olma konusunda eğitilmeleri,
b- Gebelikler arasında en az iki yıl aralık olabilmesi için lohusalık
döneminden sonra etkin bir yöntemle korunma zorunluğu konusunda eğitim,
c- Etkin çağdaş yöntemleri kabul etmeleri için eğitim,
d- Uterus içi araç, oral ve zerk edilen kontraseptifler ve sterilizasyon
yöntemleri ile korunmada klinik hizmet,
e- İstenmeyen gebelikleri sona erdirme.
Kadın ve erkeğin, aile planlaması eğitiminde en etkin eğiticiler hekim ve ebe
gibi halka sağlık hizmeti sunan kişilerdir. Yukarıda belirtilen klinik hizmetlerden
sterilizasyon ameliyatı ve sosyal nedenlerle uterusun boşaltılması birçok ülkede
olduğu gibi 1983 yılında ülkemizde de serbest bırakılmıştır. Ülkemizde oral
kontraseptifler reçete ile satılabilecek ilaçlardandır, bununla beraber eczanelerde
serbestçe satılmaktadır. Bu ilaçlar birçok ülkede hekim olmayan sağlık personeli
tarafından kadınlara dağıtılır.
İngiltere'de yapılan bir araştırmada hekimlerin, kadınların üçte ikisine onları
muayene etmeden oral kontraseptif reçetesi yazdıkları saptanmıştır. Bu nedenle bu
hizmet hekimlerin önderlik ettiği ve denetlediği bir ekipte ebe ve hemşireler
tarafından yürütülebilir. Uterus içi aracın eğitim görmüş ebe ve hemşireler
tarafından başarıyla uygulanabileceğini gösteren pek çok araştırma vardır. Az
gelişmiş ülkelerde hekim azlığı, kadınların erkek hekimin hizmetini kabul
etmemeleri ve hizmetin kendi yerleşme yerlerinde sunulmasını istemeleri nedeniyle bu
hizmetin de hekimin gözetim ve yönetiminde çalışan bir ekipte ebe ve hemşireler
tarafından yürütülmesi zorunluğu vardır.
Az gelişmiş ülkelerde oral kontraseptifler ve uterus içi araç en yaygın
olarak kullanılan yöntemlerdir. Hekim yetersizliği nedeniyle bu yöntemleri uygulama
görevinin ebe ve hemşirelere devri hekimleri bu hizmet dışında bırakmaz. Hekimlerin
görevi, ebe ve hemşireleri eğitmek ve hizmet başında sürekli olarak denetleyerek
bilgi ve beceri düzeylerini korumaktır. Sterilizasyon ameliyatı ve uterusun
boşaltılmasına gelince, bu müdahaleler, büyük ölçüde, bu konularda eğitim
görmüş hekimlerin görevidir.
* "Hekimler
İçin Aile Planlaması El Kitabı" içinde, Prof. Dr. Ayşe Akın, Ankara, 1983
|