|   SağlIk,
            Nüfus Ve Çevre*  
                  1.Giriş: 
                  Sağlığı tanımlamak
            istediğimiz zaman çoğu kez “hastalığın olmayışı” deriz. Ancak zamanımızda
            sağlık ve iyilik halinin boyutları genişlemiştir. Dünya Sağlık Örgütü’nün
            anayasasında sağlık şöyle tanımlanmıştır: “Sağlık yalnız hastalık ve
            sakatlığın olmayışı değil, bedence, ruhça ve sosyal yönden tam iyilik halidir”.
            Biz de bu yazıda sağlığı bu anlamda alacağız(1). 
                  Nüfus, belli bir bölgede
            belirli bir anda yaşayan bireylerin oluşturduğu kitledir. Bu kitledeki sayısal
            değişmeler üç öğenin, doğumlar, ölümler ve göçlerin etkisi altındadır. Bu
            üç öğe arasındaki dengede olabilecek değişmeler o bölgedeki nüfusun hızlı
            artması veya azalmasına neden olur(2). 
                  Çevreye gelince, çoğu
            kimse sağlıkla ilgili olarak çevreden söz ederken çevredeki sağılığa zararlı
            fiziksel, kimyasal ve biyolojik etkenleri düşünür. Zamanımızda çevre kavramı da
            genişlemiştir. Bu terim, yaşadığımız çevredeki fiziksel, kimyasal ve biyolojik
            öğeler yanında sosyal, kültürel ve ekonomik öğeleri de kapsar(3). 
                  2.Çağlar Boyu Nüfus
            Artışı: 
                  Göçler bir yana
            bırakılırsa, bir bölgede nüfus artışı veya azalışını etkileyen öğeler,
            ölümler ve doğumlardır. Son yüzyıllara gelinceye kadar ortalama kaba ölüm oranı
            doğum oranına çok yakın olduğu için nüfus artışı çok yavaş olmuştur ve 17 nci
            yüzyıl ortalarında dünya nüfusu 500 milyon dolaylarına erişebilmiştir. 18 inci
            yüzyıldan başlayarak nüfus artışı gittikçe hızlanmış ve 1980 yılında dünya
            nüfusu 4 milyara ulaşmıştır. 2000 yılı için tahmin edilen nüfus 6.3
            milyardır(4). 
                  Geçmişte ölümlülük
            düzeyi ne için yüksekti? Paleolitik çağ insanını incelediğimiz zaman onun nüfusla
            çevresindeki besin dengesini koruyabilmek için ölümleri artırıcı bir tutumda
            olduğunu görürüz. Neolotik çağda, bir başka deyimle tarım kültüründe, insan,
            çevresinin bu sınırlayıcı etkisinden kurtulmuş ve üretimi artırmak için insan
            gücü gereksinimi duymuştur. Bu nedenle de ölümleri azaltmak ve doğumları artırmak
            istemiştir. Ancak 17 ve 18’inci yüzyıllara kadar ölümleri kontrolda hiç bir
            başarı sağlayamamıştır. Bunun nedeni kıtlık ve salgınların kontrol
            edilmeyişidir. 18’inci yüzyıldan bu yana tarım, ulaşım ve tıp teknolojisindeki
            şaşkınlık uyandırıcı gelişmeler ölümleri, özellikle bulaşıcı hastalık ve
            beslenme yetersizliği hastalıklarından doğan ölümleri, büyük ölçüde
            önlemiştir. Neolitik çağda 20-30 yıl olan ortalama yaşam süresi (Doğuşta beklenen
            hayat süresi) gelişmiş ülkelerin çoğunda 70-80 yıla yükselmiştir(5). 
                  Doğurganlığa gelince; bu
            konu kişilerin tutum ve davranışına bağımlıdır. Tutum ve davranışı saptayan
            öğeler de tümüyle kültürel, sosyal ve ekonomik etkenlerdir. Bunlar arasında
            çocuğun maliyet ve yararıyla kadının toplum içinde statüsü ve rolü en önemli
            olandır. Liebenstein 1957’de yayınladığı doğurganlık teorisine göre, çocuğun
            aile için maliyeti arttıkça ve çocuktan beklenen psikolojik, sosyal ve ekonomik yarar
            azaldıkça doğurganlık azalır. Ailenin çocuktan bekledikleri arttıkça ve çocuk
            yetiştirme aileye büyük yük olmadıkça doğurganlık yüksek düzeyde kalır.
            Toplumda kadın statüsünün yükselmesi, bir başka deyimle kadının iş hayatında ve
            ev dışı sosyal yaşamda yer alması, ekonomik bağımsızlığını kazanması ve
            toplumun kadın üzerinde çocuk doğurma ve yetiştirme baskısının olmaması
            doğurganlığı azaltır (5). Bunların dışında doğurganlığı azaltıcı olarak
            bilinen kentleşme, sanayileşme, sosyal güvenliğin gelişmesi, eğitim düzeyinin
            yükselmesi gibi etkenlerin çoğu iki temel nedene bağımlı ara nedenlerdir. 
                  Batı ülkelerinde on
            yedinci yüzyıl sonlarından başlayarak ölümlülük düzeyi düşerken sosyo-ekonomik
            yapı değişmeye başladığından doğurganlık ta azalmaya başlamıştır.
            Blacker’in demografik devinim teorisinde ikinci aşama dediği, ölümlerin azaldığı
            ikinci aşama batı ülkelerinde kısa sürmüştür. Bu sürede ve üçüncü aşamada
            Avrupa’dan Amerika’ya, Avustralya ve Güney Afrika’ya göç, demografik devinimin
            dördüncü aşamasını, ölüm ve doğum hızlarının düşük düzeyde dengeye
            ulaşılmasını kolaylaştırmış ve bu ülkelerde nüfus artışı hiç bir zaman sorun
            olmamıştır(6). 
                  Az gelişmiş ülkelerde
            ise; batının sağlık, tarım ve ulaşım teknolojisini ithal eden bu ülkelerde
            ölümlülük azalmış sosyo-kültürel koşullar aynı kaldığından doğurganlık
            değişmemiştir. Bunun sonucu bu ülkelerin ve dünyanın nüfusu hızla artmış ve
            artmaktadır. Az gelişmiş ülkelerin bir kısmında nüfus artışının hızlanması
            otuzlu yıllarda başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı hükümetlere nüfus
            artışının sorun olduğunu düşündürecek bir ortam değildi. Az gelişmiş
            ülkelerde nüfus ellili yıllarda hızla artmaya başlamıştır.  
                  Dünya nüfusunun kıtalar
            arası dağılımı ve 2000 yılı için yapılan tahminler Tablo:1’de görülmektedir.
            Bu tahminlere göre nüfusu en hızlı artan ülkeler Afrika ve Latin Amerika
            ülkeleridir. Sanayileşmiş ülkelerde nüfus artışı elli yılda ortalama yüzde 56
            dır. Afrika ve Latin Amerika’da ise yüzde 275’dir(4). 
                  Tablo:2’de 1950’de
            dünyanın en çok nüfuslu beş ülkesinin -Çin Halk Cumhuriyeti, Hindistan, Sovyetler
            Birliği, Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya’nın- nüfusları görülmektedir.
            Yapılan tahminlere göre 2000 yılında Japonya’nın yerini Endonezya alacak ve
            dünyada her beş kişiden biri Çinli ve her altı kişiden 
            biri Hintli
            olacaktır. 1950 yılında Türkiye dünyanın, nüfusu en çok olan 19’uncu ülkesiydi.
            İkibin yılında nüfusumuz 3,5 kat artarak dünyada 15’inci(4), Avrupa’da da
            Sovyetler Birliği’nden sonra en kalabalık ülke olacağız(4). 
              
             
             
                  Tablo:1-Değişik Yıllarda Dünya Nüfusunun
            Kıtalar Arası Dağılımı ve Artışı 
              
            
              
                   | 
                A 1950  | 
                B 2000  | 
                   | 
               
              
                Kıtalar  | 
                x Milyon  | 
                Yüzde  | 
                x Milyon   | 
                Yüzde  | 
                Artış (B/A)  | 
               
              
                Afrika   | 
                218.8  | 
                8.75  | 
                813.7  | 
                13.01  | 
                3.72  | 
               
              
                Kuzey Amerika  | 
                166.1  | 
                6.64  | 
                296.2  | 
                4.74  | 
                1.78  | 
               
              
                Latin Amerika  | 
                163.9  | 
                6.55  | 
                619.9  | 
                9.91  | 
                3.78  | 
               
              
                Avrupa  | 
                392.0  | 
                15.67  | 
                539.5  | 
                8.63  | 
                1.38  | 
               
              
                Asya  | 
                1367.7  | 
                54.68  | 
                3637.3  | 
                58.15  | 
                2.66  | 
               
              
                Okyanusya  | 
                12.6  | 
                0.51  | 
                32.7  | 
                0.52  | 
                2.59  | 
               
              
                S.S.C.B.  | 
                180.1  | 
                7.20  | 
                315.0  | 
                5.04  | 
                1.75  | 
               
              
                Dünya  | 
                2501.2  | 
                100.0  | 
                6254.4  | 
                100.0  | 
                2.50  | 
               
              
                |   | 
                  | 
                  | 
                  | 
                  | 
                  | 
                  | 
                  | 
               
             
              
                  Tablo:2- Değişik Yıllarda
            Nüfusu En Çok Olan Beş Ülkede Ve Türkiye’de Nüfus Artışı 
              
            
              
                   | 
                A.1950 Sayı  | 
                B.1975 Sayı  | 
                C.2000 Sayı  | 
                   | 
                50 Yılda  | 
               
              
                Ülkeler  | 
                x Milyon  | 
                x Milyon  | 
                x Milyon   | 
                Yüzde  | 
                Artış (C/A)  | 
               
              
                Çin H.C.  | 
                (1)
                558.2  | 
                838.8  | 
                (1)1148.0  | 
                18.35  | 
                2.06  | 
               
              
                Hindistan   | 
                (2)
                352.7  | 
                613.2  | 
                (2)1059.4  | 
                16.94  | 
                3.00  | 
               
              
                S.S.C.B.  | 
                (3)
                180.0  | 
                255.0  | 
                (3)315.0  | 
                5.04  | 
                1.75  | 
               
              
                A.B.D.  | 
                (4)
                152.3  | 
                213.9  | 
                (4)264.4  | 
                4.23  | 
                1.74  | 
               
              
                Japonya  | 
                (5)
                83.6  | 
                111.1  | 
                (10)132.9  | 
                2.12  | 
                1.59  | 
               
              
                Türkiye  | 
                (19)
                20.8  | 
                39.9  | 
                (15)72.6  | 
                1.16  | 
                3.49  | 
               
              
                Dünya  | 
                2501.2
                  | 
                3967.9  | 
                6254.4  | 
                100.0  | 
                2.50  | 
               
              
                |   | 
                  | 
                  | 
                  | 
                  | 
                  | 
                  | 
               
             
                  Parantez içindeki sayılar
            nüfus çoğunluğuna göre sırayı gösterir. 
                  3.Nüfus ve Sağlık: 
                  Nüfus ve sağlık konusunu
            işlemeden önce hızlı nüfus artışı, çok çocuklu aile ve aşırı doğurganlık
            terimleri üzerinde durmak gerekir. Aslında bu üç terim de aynı olguyu
            betimlemektedir. Fark soruna bakış açısıdır. Kadın fazla doğurduğu için aile
            çok çocuklu olmakta ve ülkenin nüfusu hızlı artmaktadır. Bu nedenle nüfus sorununa
            sağlık açısından bakarken aşırı doğurganlık terimini kullanmak yerinde olur. 
                  Sağlıkla aşırı
            doğurganlık arasındaki ilişkiye gelince; aşırı doğurganlık sağlığı hem
            doğrudan ve hem de dolaylı olarak etkilemektedir. Ailede çocuk sayısı ve doğumlar
            arası sürenin çocuk sağlığı üzerine etkisini gösteren çok sayıda araştırma
            vardır. Bunlardan bazılarının sonuçları Tablo:3’de özetlenmiştir. Bu tablodaki
            verilerin gösterdiği gibi ailede çocuk sayısı arttıkça çocuk ölümleri artmakta,
            çocukların hastalanma oranı yükselmekte, beslenme durumu bozulmakta, zeka gelişmeleri
            gerilemektedir.(7) 
                  Aşırı doğurganlığın,
            sık gebe kalmanın ve istenmeyen gebeliklerin, özellikle sosyo-ekonomik koşulların iyi
            olmadığı durumlarda, ana sağlığını olumsuz etkilediğine dair çok yayın vardır.
            Bunlar arasında istenmeyen gebeliklerin sonuçlarından biri olan isteyerek çocuk
            düşürmenin önemine değinmek gerekir. Çocuk düşürmenin yaygınlığına gelince;
            uzmanların tahminine göre dünyada her yıl isteyerek çocuk düşüren kadın sayısı
            55 milyon dolayındadır. Türkiye çocuk düşürmenin oldukça yaygın olduğu ülkeler
            arasındadır. Yapılan araştırma sonuçlarına göre ülkemizde her yıl 200.000
            dolaylarında kadın isteyerek çocuk düşürmektedir. Bunun nedeni istenmeyen
            gebeliklerden etkin yöntemlerle korunamamaktır. Kadınların isteyerek yaptıkları veya
            ehliyetsiz kişilere yaptırdıkları düşükler ana ölümlerinin ve kadın
            hastalıklarının önemli nedenlerinden biridir(8,9). 
                  Nüfusun sağlık üzerine
            dolaylı etkisine gelince; beslenme, konut durumu, eğitim ve çevre koşulları gibi
            faktörlerin kişinin sağlık düzeyi üzerine etkisi vardır. Az gelişmiş ülkelerde
            bu alanlarda, durum sağlığı çok olumsuz etkileyecek kadar kötüdür(10). Hızlı
            nüfus artışı bu sorunların çözümünü daha da güçleştirdiğinden sağlık
            düzeyini de olumsuz olarak etkilemektedir. Hızlı nüfus artışının sağlık
            hizmetlerine yaptığı etki üzerinde de durmak gerekir. Bir toplumda sağlık hizmetleri
            düzeyi sağlık, insangücü ve tesislere bağımlıdır. Sağlık hizmetini geliştirmek
            için kişi başına düşen sağlık personeli ve tesis sayılarını arttırmak
            esastır. Aşırı nüfus artışı, az gelişmiş ülkelerde bu oranların halk yararına
            değişmesi için yapılan çabaların verimini büyük ölçüde düşürmektedir. Dünya
            Sağlık Örgütü’nün incelemelerine göre son 20 yılda az gelişmiş ülkelerde
            hekim sayısı iki katına çıkmıştır. Buna karşılık 10.000 kişiye düşen hekim
            sayısı 5.5’den 7.9’a çıkabilmiştir. Bu ülkelerde nüfus artış hızı Avrupa
            ülkeleri düzeyinde olsaydı hekim oranı, aynı çaba sonunda 10.000 de 11 olurdu. 
                  Tablo:3- Aşırı
            Doğurganlığın Çocuk Sağlığına Etkisi 
              
            
              
                Ailede Yaşayan
                Çocuk  Sayısı      | 
                Bebek Ölüm Hızı
                (Binde)   | 
                Beslenme
                Yetersizliği Olan Çocuk Yüzdesi 
                 | 
                Kişi başına yılda
                Gastro-Enterit  | 
                Zeka Testi  | 
               
              
                1  | 
                172  | 
                32.0  | 
                -  | 
                106.4  | 
               
              
                2  | 
                117  | 
                34.1  | 
                -  | 
                109.6  | 
               
              
                3  | 
                145  | 
                41.0  | 
                0.97  | 
                106.8  | 
               
              
                4  | 
                124  | 
                40.7  | 
                1.18  | 
                109.0  | 
               
              
                5  | 
                172  | 
                41.9  | 
                1.53  | 
                105.7  | 
               
              
                6  | 
                164  | 
                46.7  | 
                1.89  | 
                99.2  | 
               
              
                7  | 
                206
                (1)  | 
                40.3  | 
                1.89  | 
                93.0  | 
               
              
                8  | 
                -  | 
                46.2(2)  | 
                2.11  | 
                83.8  | 
               
              
                9  | 
                -  | 
                -  | 
                -  | 
                89.9  | 
               
              
                10  | 
                -  | 
                -  | 
                -  | 
                62.0  | 
               
              
                |   | 
                  | 
                  | 
                  | 
                  | 
                  | 
                  | 
               
             
            (1) 7 ve daha fazla, (2)
            8 ve daha fazla. 
                  Bir örnek de kendi
            ülkemizden verebiliriz. Ülkemizde 1927 yılında 3615 hasta yatağı vardı ve 3762
            kişiye bir hasta yatağı düşüyordu. Bu oran 1980 yılında yatak başına 400 kişi
            oldu. 1927 ve 1945 yılları arasında nüfusumuzun ortalama artış hızı binde 18 idi.
            Bu oran 1980 yılına kadar değişmese ve hastane yapımı aynı hızda sürdürülseydi,
            nüfusumuzun 35 milyon ve yatak başına kişi sayısı 311 olurdu. 
                  Nüfusun sağlık üzerine
            etkisi, aile büyüklüğünün aile refahı üzerine etkisiyle gösterilebilir. Bir
            ailenin refahı gelirine, paranın satın alma değerine ve ailedeki tüketici sayısına
            bağlıdır. Bu üç değişkenden ilk ikisinin değişmediğini ve  ailede çocuk sayısının değiştiğini
            varsayalım. Örneğin aylık geliri 16.000 lira olan iki işçi ailesini ele alalım.
            Birinin 2 çocuğu diğerinin 8 çocuğu olsun. Birinci ailede kişi başına gelir 4000
            lira ikinci ailede 1600 lira olacaktır. İkinci ailenin refah düzeyi ayda 6400 lira
            kazanan 2 çocuklu aile düzeyinde olacaktır. Bu nedenle az çocuklu ailelerin, kendi
            düzeylerinde olan çok çocuklu ailelere kıyasla daha sağlıklı yaşama olanakları
            olacaktır. Nüfusun hızlı artışının ekonomik gelişme üzerine olan olumsuz
            etkisinin sağlık üzerine yansıması da doğaldır. Gerçekten sağlık ile ekonomik
            güç arasında, genel bir ilişki vardır. Ancak çeşitli nedenlerle ortalamadan
            sapmanın çok belirgin örnekleri de vardır. Örneğin, Suudi Arabistan’da kişi
            başına gelir 7690 dolardır, doğuşta beklenen yaşam süresi 53 yıldır. Buna
            karşın Srilanka’da kişi başına gelir 190 dolar, doğuşta beklenen yaşam süresi
            69 yıldır. Dünya Bankası’nın yıllık gelişme raporunda Srilanka’nın durumu
            şöyle açıklanmaktadır: “Srilanka’da beklenen yaşam süresi, eğitim düzeyi ve
            düşük doğurganlık diğer fakir ülkelerle kıyaslanırsa bir rekor olduğu
            görülür. Hükümet bunu, son yirmi yılda milli gelirin yüzde onunu eğitim, sağlık
            ve beslenme programları için harcayarak sağlamıştır. Bu uygulama, bir bakımdan
            ekonomik büyümeyi yavaşlatmıştır. Milli geliri düşük olan diğer ülkelerde,
            milli gelir daha hızlı artmıştır. Ancak diğer düşük gelirli ülkelerde kişi
            başına düşen gelirin yüzde 1.4 artmasına karşın, Srilanka’da nüfus hızlı
            artmadığı için kişi başına gelirin yıllık artış hızı yüzde 2 olmuştur”. 
                  4.Çevre ve Sağlık: 
                  Bu konuyu işlerken,
            özellikle ekolojik düşüne öncelik vermeyenler, konuyu çevrede sağlığa zarar
            verici öğelerle sınırlarlar. Halbuki inceledikleri hava, su, besinler ve toprak
            olmasa, değil sağlık, yaşam olmazdı. Bu bir gerçektir, ancak konumuz gereği bizim
            de aynı hatayı yapmamız çevre faktörlerini sadece olumsuz yönleriyle ele almamız
            gerekiyor. 
                  a-Çevre-İnsan Etkileşimi: Çevreyle insan
            arasındaki etkileşim, her açıdan olduğu gibi, sağlık açısından da iki
            yönlüdür. Bir yandan çevre koşulları kişinin sağlığını olumlu veya olumsuz
            etkiler, diğer yandan insanlar çevrelerini daha sağlıklı yaşanacak veya kendileri
            için tehlikeler yaratacak hale getirirler. Bu etkileşimi gösterecek pek çok örnek
            verilebilir. Örneğin, paleolitik çağda küçük gruplar halinde yaşayan ve av
            peşinde yer değiştiren insan için su ve besinlerin dışkıyla bulaşması nedeniyle
            salgınların çıkması gibi bir sorun yoktu. Neolitik çağ insanı köy, kasaba ve
            kentler kurduğu zaman çevresinde bu sorunu yarattı. Arkeolojik şehir kalıntılarında
            görülen su ve lağım tesisleri insanın kendi yarattığı bu sorunu çözebilme
            çabalarının tarihin derinliklerine kadar gittiğini göstermektedir. Tevrat'ta
            dışkının toprağa gömülme zorunluğu da insanın çevresini olumlu tutma
            çabasının örneklerinden biridir. 
                  Çağımızda dışkının
            suya karışmasının önlenmesi gerektiği 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında
            anlaşılmış ve insanoğlu bu kez de çevresini olumlu hale getirme teknolojisini
            geliştirme yollarını bulmuştur. Bir diğer örnek de tarımsal gelişmeden
            verilebilir. İnsanoğlu beslenebilmek için tarımı geliştirme zorundadır. Bunun için
            önemli bir gereksinme sulamadır. Toprağı sulamak için insan barajlar yapmış ve
            sulama kanalları açmıştır. Ancak çevresini bu biçimde değiştiren insan yeni
            sorunlarla karşılaşmıştır. Bunlara örnek sıtma ve şistozomyasiz’dir.
            Şistozomyazis tatlı suda yaşayan sümüklü böcekten insana bulaşan kronik bir
            hastalıktır. Tropikal ülkelerde bu hastalığa yakalananların sayısı 200.000.000
            dolayındadır. Sıtma ise tarihte uygarlıklar yıkan, milyonlarca kişinin ölümüne
            neden olan bir hastalıktır. Bugün geliştirilmiş olan teknolojiyle bu tehlike büyük
            ölçüde kontrol edilmektedir. Ancak yaratılan her su birikintisi tehlikeyi
            arttırmaktadır. 
                  Tarımsal üretimi arttırma
            ve koruma için pestisitlerin tarımda kullanılması insanlık için büyük bir
            kazançtır. Ancak insanın çevresine soktuğu bu yeni kimyasal maddeler sağlık için
            yeni bir tehlike kaynağıdır. Örneğin, evlerde yanlışlıkla yemeğe karışan
            pestisitler sonucu ölüm, tüm zehirlenmelerin yüzde 2-10’unu oluşturmaktadır.
            Güneydoğu Anadolu’da 1956 yılında salgın halinde görülen kara yara (Porphiria)
            nın nedeni buğday tohumlarını ilaçlamada kullanılan hexachlorobenzene idi(12). 
                   
            Son bir örnek olarak
            atom enerjisinin barışçı amaçlarla kullanılışına değinelim. Sağlığımız
            için, insanın çevresine soktuğu bu etkenden daha tehlikeli bir şey düşünülemez.
            İnsanoğlu bu yeni buluşuyla enerji darlığını bir ölçüde hafifletmiş, tıp ve
            sanayide önemli teknolojik gelişmeler sağlamıştır. Ancak iyonizan ışınlar en
            etkin karsinogen, teratogen ve mutagenlerdir. Bunların kullanıldığı yerlerde ve
            atıkların yok edilmesinde tehlikeyi önlemek için gereken her türlü önlem alınmakta
            ise de bir kaza veya ihmal sonucu doğacak tehlikenin önlenememesi olasıdır(13).
            İnsanlara daha gönençli ve sağlıklı yaşam için değiştirilen çevre, sonunda
            binlerce insana mezar olabilir. Atom enerjisinin savaş amacıyla kullanılmasına
            gelince, bu belki de güneşin bu uydusunda yaşamın sonu olabilir. 
                  b-Sağlık İçin Zararlı
            Çevresel Öğeler: Çok çeşitli
            olan bu öğeler klasik kitaplarda hava, su, besin, toprak, konut, iklim, sanayi
            tesisleri, taşıtlar, zehirli hayvan ve bitkiler, hastalık yapan parazit ve
            mikroorganizmalar, kimyasal maddeler, iyonizan olan ve olmayan ışınlar ve gürültü
            başlıkları altında ayrıntılı olarak incelenir. Amacımız bütün bu öğeleri ve
            yapabilecekleri zararlı etkileri burada sunmak değildir. Biz konunun önemini
            vurgulayacak birkaç örnek sunmakla yetineceğiz.  
                  c-Biyolojik Kirlenme: Çevremizde en
            çok gereksinme duyduğumuz üç öğeden biri olan su, hastalık yapan mikroplarla veya
            toksik kimyasal maddelerle bulaştığı zaman insanlar için en büyük tehlikeyi
            yaratmaktadır. Biyolojik ajanlarla buluşmanın doğurduğu tehlikeye örnek olarak
            kolera salgınları gösterilebilir. Tarihte kaydedilen büyük kolera salgınlarından
            ilki 1817’de Hindistan’dan başlayarak birkaç yılda Doğu Asya, Afrika, Orta Doğu
            ve Avrupa’ya yayılmış olan salgındır. Bu salgında on milyonlarca insan
            ölmüştür. Bundan sonra 1846, 1863 ve 1883 yıllarında da kolera vibriyonuyla bulaşan
            sular büyük pandemilere neden olmuştur. Kolera salgınları 20’nci yüzyılın ikinci
            yarısında da durmamıştır. 1962 yılında Celebes adalarında yeni bir tip kolera
            vibriyonu salgını görülmüş ve salgın batı ülkelerine kadar yayılmıştır.
            Türkiye’de ilk salgın 1970 yılında İstanbul’da Sağmalcılarda görülmüştür.
            Bu salgında İstanbul’da binden fazla kişi hastalanmış ve yüzden fazla hasta
            ölmüştür. Bundan daha önemlisi İstanbul’dan etrafa yayılan hasta ve portörler
            hastalığı bütün yurda yaymışlar ve hastalık ülkemizde endemik olan
            hastalıklardan biri olmuştur. 
                  Suyla bulaşan hastalık
            sadece kolera değildir. Tifo, dizanteri, hepatit ve çocuk felci gibi hastalıklar da
            suyla bulaşır ve salgınlar yapar. Ülkemizde hava kirlenmesi, su ve denizlerin kimyasal
            kirlenmesi gibi sorunlar yanında su hijyen standardımızın düşük oluşu nedeniyle su
            sorunu ülkemizin en büyük çevre sağlık sorunu olma niteliğini korumaktır. Su
            sorunu sade bizim sorunumuz değildir. Dünya Sağlık Örgütünce derlenen
            istatistikler, sorunun önemini belirtmektedir. Bu istatistiklere göre 1975 yılında
            dünya nüfusunun en çok yüzde 38’i temiz su içebiliyordu(15). Bu oran kırsal bölge
            halkı için yüzde 22 idi. Ülkemizde durum diğer az gelişmiş ülkelere kıyasla çok
            daha iyidir. 25 milyon nüfusun yaşadığı 56.000 köyde (yerleşme yerlerinin yüzde
            63’ü) fenni tesisatı olan yeterli içme suyu vardır(16). Kentsel bölgelere gelince
            1980 yılında mevcut 1208 belediyenin yüzde 94’ünde fenni su tesisi vardır. Ancak
            kentlerin nüfusunun hızlı artışı su yetersizliği sorunu doğurmaktadır(17). 
                  Temiz içme suyu sorununun
            önemini değerlendiren Birleşmiş Milletler 1977 yılında bir “Su Konferansı”
            toplamıştır. Bu konferansta konuya hükümetlerin dikkatini çekmek ve uluslararası
            işbirliğini sağlamak için bir seri karar almıştır. Birleşmiş Milletler asamblesi
            de 1980 yılında aldığı kararla 1981-1990 on yılını “Dünya İçme Suyu ve
            Sanitasyon On Yılı” olarak kabul etmiştir. Bu karara katılan hükümetler 1990
            yılına kadar ülkelerinde her yerleşme yerinde içme suyu standardını yükseltmeyi ve
            bu hizmeti yaymakla kendilerini bağlamışlardır(18). 
                  Su konusunu kapamadan
            dışkının yok edilmesi sorununa da kısaca değinmek gerekir. İnsan dışkısı,
            içindeki patojen etkenler yok edilmeden toprak yüzüne çıkmamalı ve suyla
            karışmamalıdır. Gelişmiş ülkeler, temiz su sorunu gibi, bu sorunu da
            çözümlediklerinden onlar için su ve besinlerle bulaşan hastalıklar toplumsal sorun
            olmaktan çıkmıştır. Gelişmemiş ülkelerde ise hala önemini korumaktadır. Örnek
            olarak gelişmekte olan ülkelerin üst tabakasındaki ülkemizi ele alırsak sorunun
            büyüklüğü ortaya çıkar. Kırsal bölgede dışkı, genellikle, açık çukurlarda
            toplanmaktadır. Sağlık örgütleri kapalı çukur ve septik tank yapılması için
            çaba harcamakta ise de bu çalışmaların ne kadar başarılı olduğuna dair istatistik
            bilgi yoktur. Kentlerde ve kasabalarda genellikle kapalı çukur veya septik tank sistemi
            kullanılmaktadır. Dolan çukurların boşalması, çoğunlukla, hijyen kurallarına
            uygun bir biçimde yapılamamaktadır. Kanalizasyon tesislerine gelince, bazı büyük
            kentlerin bazı semtlerinde eskiden kalma lağım tesisatı vardır. Ancak kentler hızla
            geliştiğinden bu bir anlam taşımamaktadır. İller Bankası kanalizasyon projelerine
            1949’da başlamıştır. Bu çalışmalara bir süre ara verilmiş, 1969 yılında
            yeniden ele alınmıştır. Bankanın programında 23 kentte kanalizasyon projesi ve 6
            kentte tasfiye tesisi projeleri vardır. Belediye sayısının 1607 olduğu gözönüne
            alınırsa bu konuda yapılanın ne kadar sınırlı olduğu görülür. Bunun nedeni
            kanalizasyon ve tasfiye tesislerinin maliyetinin çok yüksek oluşudur. Bu kadar
            sınırlı sayıdaki tesis için bile İller Bankasının 1975-1980 yılları arası
            yaptığı yatırım, cari fiyatlarla 7.7 milyar liradır(18). 
                  d-Kimyasal Kirlenme: Su ve besinlerin
            hastalık yapan mikroorganizmalarla bulaşması, eskiye kıyasla, önemli ölçüde
            kontrol edilmesine karşın ortaya çıkan yeni sorun, suların sağlığa zararlı
            kimyasal maddelerle kirlenmesidir. Kimyasal maddelerle kirlenme suların yanında hava,
            toprak ve besin kirlenmesinde de önemli bir sorun teşkil etmektedir. Kimyasal maddelerin
            zararlı etkileri akut ve kronik zehirlenmeler yanında mutajenik, karsinojenik ve
            teratojenik etkiler olabilir. Doğada bulunan cıva, arsenik, kurşun ve bir kısım
            organik zehirler gibi toksik kimyasal maddeler yanında insanoğlunun sentez ettiği
            zararlı kimyasal maddeler de vardır. Kimya sanayiinin ürettiği ve doğada doğal
            olarak bulunmayan kimyasal maddelerin sayısı 60.000 dolayındadır ve bu sayıya her
            yıl 200-1000 yeni madde eklenmektedir. Bugüne kadar bunlardan ancak 6000-8000
            kadarının sağlık üzerine etkisi incelenebilmiştir. Bunlar arasında pestisitler,
            insektisitler ve deterjanlar gibi çok kullanılan maddeler vardır. Üretilen yeni
            kimyasal madde ilaç değilse, insan sağlığı üzerine kısa ve uzun vadede yapacağı
            etkiler incelenmeden piyasaya sürülmektedir. Bu maddelerin teratojenik, karsinojenik ve
            mutajenik etkilerinin doğurduğu facialar sayılamayacak kadar çoktur. 
                  Son yıllarda kanser
            morbiditesi hızla artmaktadır. Bunun nedeni çevrede karsinojen maddelerin
            artışıdır. Yapılan tahminlere göre tüm kanserlerin oluşunda nedenlerin üçte
            ikisi kimyasal maddelerdir. Uluslararası Kanser Enstitüsü’nün yayınlarına göre,
            çevremizdeki kimyasal maddelerden 181’i kesin olarak karsinojendir. Geri kalan 36
            maddenin de yarısının karsinojen olduğu kuvvetle muhtemeldir(19). 
                  Suyun kimyasal kirlenmesine
            neden olan etkenlerden birini; cıva bileşikleriyle su kirlenmesini ele alalım.
            Japonya’da Minamata Körfezine dökülen Agano Nehri’ne sanayi atıkları olan
            metil-cıva ve benzeri bileşikler atılmaktaydı. Sudan balıklara geçen ve balıklarda
            biriken bu cıva bileşikleri 1967 ve 1974 yıllarında bu balıkları yiyenlerde iki
            önemli zehirlenme salgınına neden olmuştur. Bu salgınlarda 1400 den fazla insan
            hastalanmış ve 55 kişi ölmüştür(20). Cıva bileşikleriyle görülen büyük bir
            zehirlenme salgını da Irak’ta alkil-cıva fungusitleriyle ilaçlanmış buğdayları
            yiyenlerde görüldü. 1971 yılındaki bu salgında 6000 kişi hastalandı ve 500 kişi
            öldü(20). 
                  Oldukça yaygın olan
            kurşun zehirlenmesine de kısaca değinelim. Akümülatör fabrikaları ve matbaalar gibi
            iş yerleri yanında kurşun zehirlenmesi çocuk sağlığı bakımından da önemlidir.
            Çocuklarda kurşun zehirlenmesi, kurşunlu boyayla boyanmış oyuncaklar, pika denen
            toprak yeme hastalığı gibi nedenlerden ileri  gelmektedir.
            Bu zehirlenmede motorlu taşıtların egzozlarından çıkan kurşun bileşiklerinin de
            önemli rolü vardır. Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan bir incelemeye göre
            çevreye yayılan 184300 ton kurşun bileşiğinin yüzde 98’i taşıtların egzozundan
            çıkmaktadır(21).  Toprak kirlenmesine
            gelince; buna örnek olarak dioksin zehirlenmeleri gösterilebilir.  
                  Amerika Birleşik Devletleri
            ordusunun Vietnam savaşında savaş alanlarında bitkileri yok etmek için
            kullanıldığı “Agent Orange” büyük bir faciaya neden olmuştur. İnsan için
            zararsız sanılan bu maddenin içindeki bir diğer madde dioksin, çok kuvvetli bir
            mutajen, teratojen ve karsinojendir. Bu maddeye maruz kalan 60.000 Amerikan askeri
            kanserden ölmekte, çocukları sakat ve hastalıklı doğmaktadır. Bu maddeye daha
            büyük ölçüde maruz kalan Vietnamlılara ne olduğu bilinmemektedir(22). Dioksinle
            çevrenin kirlenmesinin diğer bir örneği, İtalya’da kimyasal madde üreten bir
            fabrikadan çevreye dioksinin yayılmasıdır. Büyük bir facia fabrikanın ve
            civarındaki kasabanın hemen boşaltılmasıyla önlenebilmiştir. 
                  Kimyasal maddelerle hava
            kirlenmesinin doğurabileceği zararlar için Londra, Liege ve Donora olayları
            gösterilebilir. Londra olayı 1952 Aralık ayında olmuştur. Haftalık beklenen ölüm
            sayısı 887 iken aşırı kirlenmeyi izleyen haftada ölüm sayısı 2484’e
            yükselmiştir. Ölüm nedeni havada sülfür dioksit yoğunluğunun artmasıdır. Bu tip
            hava kirlenmesinden özellikle bronşit, amfizem gibi kronik obstrüktif akciğer
            hastalıkları olanlar fazla etkilenmektedir(23).
                      
                  e-Işınlar: İyonizan olmayan
            ışınların sağlık üzerine olumsuz etkileri sınırlıdır. Bunların genellikle
            dokularda yanıklara neden oldukları bilinmektedir. Bu ışınlara en duyarlı organlar
            göz ve deridir. Çok küçük frekanslı ışınlar katarakta, mor ötesi ışınlar
            kornea lezyonlarına, laser ışınları gözde körlüğe kadar varan retina
            yanıklarına veya damarları yakarak damarların tıkanmasına neden olur. Önemli olan
            ışınlar iyonizan ışınlardır. Röntgen ve gamma ışınlarının, izotopların
            yaydığı alfa ve beta partikülleriyle protonların karsinojenik, mutajenik ve
            teratojenik etkileri vardır. Doğal kaynaklı iyonizan ışınlar insan için önemli bir
            tehlike yaratmamıştır. Tehlike çanları; insanoğlunun atom enerjisini barışçı ve
            savaşçı amaçlarla kullanmaya başladığı zaman çalmaya başlamıştır(12). 
                  f-Çevre Sağlığında
            Kültürel, Sosyal ve Ekonomik Etkenlerin Rolü: Sosyal hekimliğin
            büyük kuramcısı Grotjahn “Her hastalığın temel nedeni sosyal, kültürel veya
            ekonomik bir nedendir” der. Bu görüşü açıklamak için birçok örnek verilebilir.
            Bir örnek olarak 1962 yılında Uzakdoğu’da Celebes adalarında başlayan ve on yılda
            bütün dünyaya yayılan El-tor tipi kolera salgını verilebilir. Japonya ve İsveç
            gibi ülkelerde, Avrupa’nın Akdeniz kıyısındaki ülkelerinde ve diğer az gelişmiş
            ülkelerde hastalığın yayılışı farklı olmuştur. “Neden bu böyle olmuştur?”
            sorusunun basit ve doğru ilk yanıtı, çevre koşulları arasında farklılıklar
            olduğudur. Ancak sormayı sürdürmek gerekir. Ülkeler arasında bu farklılığın
            nedeni nedir? Örnek olarak İsveç’le az gelişmiş bir ülkeyi ele alarak soruyu
            yanıtlayalım? İsveç’in mali gücü, teknik insangücü ve İsveç’te
            yaşayanların kültür düzeyleriyle az gelişmiş ülkelerdeki durum farklı olduğu
            için çevresel koşullar farklıdır. Az gelişmiş ülkelerin ekonomik ve teknik
            insangücü artırılmadıkça ve o ülkelerde yaşayanlar, çevrelerini sağlıkları
            yönünden olumlu halde tutmaları konusunda eğitilmedikçe, çevreyi olumlu hale getirme
            ve bu durumda tutma olanaksızdır. 
                  Bir diğer örnek olarak
            hava ve suyun kimyasal maddeler ve radyoaktif izotoplarla kirlenmesini ele alalım. Bu,
            büyük ölçüde sanayileşme ve kentleşmenin ürünüdür. Bu iki olgu da sosyal ve
            kültürel süreçlerdir. Sanayileşme sürecinde de gelişmiş ülkelerle az
            gelişmişler arasında fark vardır. Sanayi tesisleri kuran az gelişmiş ülkelerde
            sanayi atıklarının çevreyi olumsuzlaştırması daha büyük sorun olmaktadır. Bu
            farklılık da ekonomik ve sosyal eşitsizlikten doğmaktadır.  
                  Hava kirlenmesi örneğine
            gelince, yukarıda belirtildiği gibi Londra’da hava kirlenmesi nedeniyle 1952 yılında
            2000 den fazla ölüm olmuştur. Bundan sonra alınan önlemlerle Londra’da hava
            kirlenmesi büyük ölçüde azalmıştır. Buna karşın Ankara’da hava kirlenmesi
            kontrolü yakınma ve karar alma aşamasında kalmaktadır. Neden bu farklılık? Bu
            farkın nedeni de İngiltere’nin mali gücü, teknik olanakları ve yönetimin kontrol
            gücünün Türkiye’den yüksek oluşudur. Çevre sağlığında sosyal, kültürel ve
            ekonomik nedenlerin incelenmesi büyük pratik değeri olan bir yaklaşımdır. Çünkü
            bulunan bu nedenlere yönelik önlem alınmadıkça beklenen hedeflere ulaşılamaz. 
                  5. Nüfus ve Çevre: Nüfusla çevre
            arasındaki ilişki iki yönden -sağlık ve doğal denge yönlerinden- incelenebilir.
            Nüfus artışının çevre üzerinde sağlık yönünden yaptığı etki yukarıda
            belirttiğimiz etkilerin daha büyük boyutlara erişmesi biçiminde olur. 
                 
            a-Nüfus Artışı ve Kentleşme: Nüfusun hızlı artışının çevrede
            yaptığı en önemli değişikliklerden biri kentleşmedir. Kentleşme özellikle
            20’nci yüzyılın ikinci yarısında az gelişmiş ülkelerde büyük bir sorun
            olmaktadır. Örneğin, Tablo:4’de görüldüğü gibi Meksiko ve Sao Paolo kentlerinin
            nüfusu 50 yılda yaklaşık olarak 11 katına çıkacaktır. Otuz milyonluk bir kentte
            nasıl yaşanacağı gerçekten düşünülecek bir sorundur. İstanbul 1950 yılında en
            büyük 50 kent arasına girmiyordu. 2000 yılında 8.3 milyon nüfusla 32 nci büyük
            kent olacağı tahmin edilmektedir. Bu tablodaki bilgilere ek olarak 2000 yılında
            nüfusu beş milyondan fazla olacak kentlerin sayısının 59 ve bir milyon
            üzerindekilerin de 414 olacağı tahmin edilmektedir(4). 
                  Tablo:4- 1950 ve 2000
            Yılının En Kalabalık Beş Kenti ve İstanbul  
             
             
            
              
                1950 Yılı  | 
                2000 Yılı  | 
                50 Yılda  | 
               
              
                Kentler  | 
                Nüfus  
                x Milyon  | 
                Kentler  | 
                Nüfus  
                x Milyon   | 
                artış yüzde  | 
               
              
                1. New York-New
                Jersey  | 
                12.3  | 
                1. Meksiko Kenti  | 
                31.6  | 
                990  | 
               
              
                2. Londra  | 
                10.2  | 
                2.Tokyo-Yokohama  | 
                26.1  | 
                290  | 
               
              
                3. Rhein-Ruhr  | 
                6.8  | 
                3. Sao Paolo  | 
                26.0  | 
                940  | 
               
              
                4. Tokyo-Yokohama  | 
                6.7  | 
                4.NewYork-New Jersey  | 
                22.2  | 
                80  | 
               
              
                5. Şanghay  | 
                5.8  | 
                5. Kalküta  | 
                19.7  | 
                348  | 
               
              
                10. Kalküta  | 
                4.4  | 
                7.Şanghay  | 
                19.2  | 
                231  | 
               
              
                17. Meksiko Kenti  | 
                2.9  | 
                18.Londra  | 
                12.7  | 
                25  | 
               
              
                23. Sao Paolo  | 
                2.5  | 
                23.Rhein-Ruhr  | 
                11.3  | 
                66  | 
               
              
                     İstanbul  | 
                   | 
                32.İstanbul  | 
                8.3  | 
                   | 
               
             
                  Kent adlarının başındaki
            sayılar nüfus çokluğuna göre sırayı gösterir. 
                  Kentleşme ve çevre bu
            seminerde ayrı bir konu olarak ve ayrıntılarıyla sunulacaktır. Biz burada yalnız
            kentleşmenin sağlık sorunlarını nasıl etkilediğine değineceğiz. Kentleşmenin
            sağlık yönünden iki önemli yararı vardır. Bunlardan biri, yerleşme yerinde
            sağlık tesisleri olduğu için, sağlık hizmetlerinden yararlanmanın
            kolaylaşmasıdır. Diğeri, kentleşme nedeniyle eğitim düzeyinin yükselmesine
            bağımlı olarak sağlık davranışlarındaki olumlu değişmedir. Olumsuz etkilere
            gelince, bunlar, genellikle, çevresel sağlık sorunlarından ve özellikle az gelişmiş
            ülkelerde büyük köy niteliğindeki sözde kentlerde gözlenen sorunlardır. 
                  Atıkların yok edilmesi,
            yukarıda da değindiğimiz gibi, küçük yerleşme yerleri dahil, çok önemli bir
            sağlık sorunudur. Bu sorun yerleşme yerinin nüfusuyla orantılı olarak artar. Bir
            köyde atıkların yok edilmesi sorunu çözülebilir. Buna karşın 1-2 milyon dolayında
            nüfusu olan bir kentte çöplerin toplanması, kanalizasyon yapılması, kanalizasyon
            yapılamıyorsa vidanjörlerle septik çukurların boşaltılması, kanalizasyon tesisleri
            varsa lağım suyu tasfiye istasyonlarının kurulması ve işletilmesi gerçekten kolay
            çözümlenemeyecek sorunlardır. Örneğin; milli geliri orta düzeyde olan ülkelerin
            üst yarısında olan Türkiye’de, işsiz yüzlerce mühendis ve işçi bulunmasına
            karşın kentlerde atıklar sağlığa zarar vermeyecek şekilde yok edilememekte, su ve
            besinlerle bulaşan hastalıklar endemik surette devam etmekte ve hatta zaman zaman
            salgınlar görülmekte, yaz aylarında kara sineklerden kara bulutlar oluşmaktadır.
            Bunun yanında kente göçenlerin kurduğu düşük standartlı evlerden oluşan
            mahalleleri, kent içi ulaşım ve trafik sorunu gibi sorunları da belirtmek gerekir. 
                  b-Nüfus ve Sanayileşme: Hızla artan
            nüfusun tatmin edici bir yaşam düzeyine erişebilmesi için, halkın satın alma
            gücünün arttırılması yanında sanayi malları üretiminin de mümkün olan en
            yüksek hızla artması gerekir. Sanayinin hızla gelişmesi için de çeşitli
            girdilerden biri; enerji gereksinmesinin karşılanmasıdır. Enerji, sanayi yanında
            ısıtma, aydınlatma ve ulaşım gibi hizmetler için de gereklidir. Dünya  üzerinde enerji kaynakları sınırsız gibi
            görünmekte ise de bugünkü teknolojiyle yeter enerjiyi, özellikle sağlık tehlikesi
            yaratmadan, sağlamak çok zordur. İnsanoğlunun bulduğu ve gittikçe daha yaygın bir
            ölçüde kullandığı atom enerjisi, çözdüğü sorun kadar sorun yaratır
            görünmektedir. Gelişmiş ülkelerde özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde,
            yüzlerce nükleer santral kurulmuştur. Endişe yaratan; bu merkezlerden radyoaktif
            sızıntı olur veya daha büyük kaza olursa bunun faturasını kaç bin kişinin
            yaşamlarıyla ödeyeceğidir. Az gelişmiş ülkeler de aynı kaynağı kullanmaya
            başlamıştır. Acaba az gelişmiş ülke adamı koruyucu önlemlerde gelişmiş ülke
            teknisyenleri kadar disiplinli olacak mıdır? 
                  Sanayileşmenin getirdiği
            sorunlardan bir diğeri; atıkların yok edilmesidir. Hemen her sanayi kolunda bu
            atıkların zararsız hale getirilmesi olanağı sağlanmıştır. Ancak bu teknoloji
            çoğu kez pahalı bir teknolojidir ve üretimin maliyetini yükseltmektedir. Bu nedenle
            sanayici fırsat olursa bu zorunluktan kaçınmaktadır. Ülkemizde İzmit Körfezi’nin
            ve Haliç’in kirlenmesi bunun bir örneğidir. Ren Nehri’nin sanayi artıklarıyla
            kirlenmekten korunması, masraflı ve disiplinli bir çalışma sonunda bir ölçüde
            başarılı olabilmektedir. Her alanda olduğu gibi burada da temel bağımsız
            değişkenin gelişmişlik olduğunu görüyoruz.  
                  Sanayileşmenin doğurduğu
            sorunlardan biri de; çalışma yerlerinde kontrol edilmeyen olumsuz koşulların meslek
            hastalıkları dediğimiz bir grup hastalığın doğuşuna neden olmasıdır. Meslek
            hastalıkları çevreden gelen fiziksel, kimyasal ve biyolojik etmenlerle ortaya
            çıktığı gibi; vücudun çalışma sırasında aldığı pozisyonun elverişsizliğine
            veya sürekli ayakta durmaya bağlı olarak ergonomik etmenlerle de ortaya çıkabilir.  
                  Meslek hastalıklarının
            yüzde 60’ı deri hastalıklarıdır. Bu hastalıklar çoğunlukla sıvı haldeki
            zararlı maddelerin vücutla temasından meydana gelir. Bu yolla görülen hastalıklar,
            işçinin elinde kısa süren kaşıntı ve kızarma gibi basit hastalıklar olabileceği
            gibi kanser gibi, öldürücü hastalıklar da olabilir. 
            Deri hastalıklarından sonra en sık görülen meslek hastalıkları solunum
            yoluyla alınan etkenlerin neden olduğu hastalıklardır. Bu hastalıklar silikoz gibi
            akciğerlerde yereden hastalık olabileceği gibi, benzol zehirlenmesinde olduğu gibi
            sistemik öldürücü hastalıklar da olabilir. İşyerlerindeki toksik maddeler sadece
            işçinin sağlığını olumsuz olarak etkilemesi bakımından önemli değildir. Benzen,
            vinil klorür monomerleri ve kloropen gibi bileşikler gebe kadın işçilerde çocuk
            düşürmeye, kromozomal bozulmalara, sakat çocuk doğurmaya ve ölü doğumlara neden
            olmaktadır(21). 
                  Meslek hastalıklarıyla
            ilgili olarak belirtilmesi gereken bir husus da, işyerlerinde gerekli koruyucu önlemler
            alınırsa bunların asgariye indirilebileceğidir. Ancak bu önlemlerin alınması da
            maliyeti artırır ve kârı azaltır. Bu nedenle sağlık kontrolünun zayıf olduğu
            işyerlerinde çeşitli meslek hastalıkları görülmektedir. 
                  c-Nüfus ve Besin Üretimi: Birleşmiş
            Milletlerin düzenlediği 1974 Dünya Nüfus Konferansı’na sunulan bir raporda,
            dünyanın besin kaynakları tam olarak kullanılabilse 38-48 milyar insanı besleyecek
            kadar zengin olduğu belirtilmişti. Bu tahminin gerçeği yansıtmadığını aynı
            konferansa sunulan bir diğer rapordan anlıyoruz. “1961 yılında buğday stoku 154
            milyon ton iken gittikçe azalmış ve 1974 yılında 89 milyon tona düşmüştür(25).
            Demek oluyor ki, son on yılda üretilebilenden çok buğday tüketilmiştir. Bir diğer
            örnek, buğday ihraç eden ülkelerin sayısının azalmasıdır. İkinci Dünya
            Savaşından önce Batı Avrupa hariç, her kıta tükettiğinden fazla buğday
            üretiyordu. Bugün buğday ihraç eden ülkeler, sadece Amerika Birleşik Devletleri,
            Kanada ve Avustralya’dır. 1960’larda büyük ümit bağlanan yeşil devrimin de
            bekleneni veremediği görülmüştür. 
                  Protein üretim ve
            tüketimine gelince; en önemli protein kaynağı olan balık üretimi ele alınırsa
            durumun parlak olmadığı görülür. Bu kaynaktan yararlanmak için ülkeler elden gelen
            her şeyi yapmaktadırlar. Bunun sonucu olarak da son 25 yılda balık üretimi 3 kat
            artmıştır. Ancak son on yılda artan üretim artan nüfusun ihtiyacını,
            karşılayabilmekte, kişi başına üretimde yükselme görülmemekteydi. Bu örnekler
            bir defa daha gösteriyor ki, kapasiteyle kaynaklardan yararlanma başka şeylerdir ve
            bunları eşitlemek olanaksızdır. Bu nedenle nüfus ve besin ilişkisi incelenirken
            sorunu kapasite yönünden değil, kaynakların kullanılabilmesindeki gelişme hızı
            yönünden incelemek gerekir. Bu takdirde de beslenmenin sorun olduğu ülkelerde bu
            sorunun çözümlenmesini kolaylaştırmak için nüfus artış hızının kontrolü
            zorunluluğunu kabul etmek gerekir. 
                  Birleşmiş Milletler Besin
            ve Tarım Örgütü’nün nüfus artış hızının tarımsal üretimin artmasından
            sağlanacak yararı ne ölçüde olumsuz etkilediğini gösteren ilginç bir yayını
            vardır. Tablo:5’de görüldüğü gibi az gelişmiş ülkelerle gelişmiş ülkelerde
            tarım aynı hızla gelişmesine karşın az gelişmiş ülkelerde refah düzeyine
            etkisini sınırlamıştır(26). 
                  d-Nüfus ve Doğal Denge: Nüfusun
            artışının doğal denge üzerindeki olumsuz etkilerinden en önemli olanlar şöyle
            sıralanabilir: 
            (1) Kentlerde konutların
            ve sanayi tesislerinin tarım topraklarının azalmasına neden oluşu, 
            (2) Artan besin
            gereksinmesini karşılamak için meraların ve ormanların tarım arazisine
            dönüştürülmesi, 
            (3) Kullanılan pestisit
            ve insektisitlerin bazı kuş türlerinin yok olmasına neden oluşu, 
            (4) Akarsuların,
            göllerin ve hatta denizlerin, insanların ürettiği ısıyla ısınması nedeniyle
            balık florasının değişmesi veya yok olması, 
            (5) Atıklardaki fosfat
            tuzlarıyla kirlenen sularda plankton ve bitkilerin hızla üreyerek oksijeni tüketmesi
            sonucu balıkların yok oluşu. 
                  Tablo: 5- Nüfus Artışı ve
            besin Üretilmesinde 1938-1962 Yılları Arasında Görülen Değişme 
              
            
              
                  
                Ülkeler  | 
                  
                Nüfus Artışı
                Yüzde  | 
                Toplam Besin Üretimi
                Artışı Yüzde  | 
                Nüfus Başına Besin
                Üretim Artışı Yüzde   | 
               
              
                Batı Avrupa  | 
                19  | 
                43  | 
                20  | 
               
              
                Doğu Avrupa, SSCB   | 
                12  | 
                62  | 
                46  | 
               
              
                Kuzey Amerika  | 
                43  | 
                65  | 
                16  | 
               
              
                Avustralya  | 
                52  | 
                44  | 
                -5  | 
               
              
                Ortalama  | 
                21  | 
                56  | 
                29  | 
               
              
                Güney Amerika  | 
                71  | 
                60  | 
                -1  | 
               
              
                Uzak Doğu  | 
                46  | 
                45  | 
                -1  | 
               
              
                Yakın Doğu  | 
                50  | 
                66  | 
                11  | 
               
              
                Afrika  | 
                53  | 
                52  | 
                -1  | 
               
              
                Ortalama  | 
                51  | 
                51  | 
                2  | 
               
             
              
                  Nüfus artışının doğa
            üzerinde uzun vadede yapacağı olumsuz etkiler de vardır. Bunlardan birisi iklimin
            değişmesidir. Bu değişikliğin üç temel nedeni, havada karbon dioksit ve tozanların
            (particles) artması ve enerji kaynaklarından çıkan ısıdır. 
                  Havada su ve karbondioksit
            molekülleri kızıl ötesi ışınlar yansıtır. Yapılan hesaplara göre havada su ve
            karbon dioksit molekülleri olmasaydı ortalama ısı şimdikinden 33 derece daha az
            olurdu. Ancak atmosferde ısı düzenini etkileyen karbon dioksit yoğunluğundan başka
            etmenler de vardır. Bu nedenle havada karbon dioksit arttıkça atmosferin tümüyle
            ısınmasından çok mevsimler arası ve bölgeler arası farkın azalması
            beklenmektedir(27). 
                  Havadaki tozan yoğunluğuna
            gelince, 20’nci yüzyılda hava hızla tozanlanmaktadır. Kafkas Dağları’nda 1790
            ile 1930 arasında havanın tozan yoğunluğunda önemli bir değişiklik olmamasına
            karşın tozan yoğunluğu son otuz yılda 19 defa artmıştır. Washington kentinde tozan
            yoğunluğu 60 yıl içinde yüzde 57 artış göstermiştir. Tozanlar güneş
            ışınlarını tutması yanında havadaki su moleküllerini bağlayarak yağmur
            yağmasını da önlemektedir(27). 
                  6.Sağlık, Nüfus ve Çevre
            Politikamız: 
                  Birinci beş yıllık
            sosyo-ekonomik kalkınma planından bu yana Devletin sağlık politikası
            değişmemiştir. Bu politikanın temeli herkese gereksindiği sağlık hizmetini
            sunmaktır. Anayasaya göre de bu hizmeti sunmak Devletin görevidir. Doğuşta beklenen
            yaşam süresine son 30 yılda 24 yıl eklenmesi bu hizmetin sunulmasında önemli
            başarılar elde edildiğinin kanıtıdır. Ancak hâlâ hedeften çok uzakta  olduğumuz da bir gerçektir(28). Devlet
            İstatistik Enstitüsü’nün 1974 yılında yürüttüğü İkinci Türkiye Nüfus
            Araştırması verilerine göre Türkiye’de ölenlerin yüzde 43’ü hasta iken hekim
            tarafından muayene edilmemiştir. Bu oran üç büyük kent için yüzde 2 ve az
            gelişmiş kırsal bölge için yüzde 67’dir. Bunun nedeni 1961 yılında kabul edilen
            Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasasını uygulamada hükümetlerin
            yetersizliğidir(29).  
                  Nüfus politikamıza
            gelince;birinci beş yıllık sosyo-ekonomik kalkınma planıyla ülkemizde nüfus
            politikası değiştirilmiş ve antinatalist bir politika güdülmesi kabul edilmiştir.
            1965 yılında kabul edilen Nüfus Planlaması hakkındaki Yasa ile de bu politikanın
            uygulanması için gerekli yürütme kararları alınmıştır(30).  
                  Hükümet Nüfus Planlaması
            Yasasının kabul edildiği 1965 yılından 1979 yılı sonuna kadar açılan merkezlerde,
            687.083 UIA (Uterus içi araç) uygulanmış, 278.355 kişiye hap ve kaput
            dağıtılmıştır. 1979 yılında takılan UIA ve hap veya kaputla korunmaya başlayan
            toplam kadın sayısı 109.721 idi. Aile planlaması konusunda eğitim de sınırlı
            ölçüde yürütülmüştür. SSYB’nın 1979 yılında yayınladığı rapora göre,
            Nüfus Planlaması merkez örgütünde 50 kişi ve yerel aile planlaması birimlerinde 33
            hekim ile 1077 ebe ve hemşire çalışmaktaydı(31). Bir ülkede doğurganlığın
            azalması hükümet kararlarından çok ailelerin sosyal, ekonomik  ve kültürel koşullarına bağımlıdır. Konu
            bu yönden ele alınırsa Türkiye’de antinatalist bir politikanın uygulanması için
            uygun bir ortam olduğu görülür. Çünkü Türkiye’de doğurganlık 1950’den
            itibaren düşmeye başlamış ve küçük aile norm olmuştur. 1978 yılında
            yürütülen “Türkiye Doğurganlık Araştırması” sonuçlarına göre üç veya
            daha az çocuğu olan kadınlardan yüzde 73’ü başka çocuk istememektedir. Bu oran
            kentler için yüzde 65’dir(32). Aynı araştırma sonuçlarına göre, gebe kalan
            kadınların yüzde 38’i son gebeliklerinde istemedikleri halde gebe kalmıştır. Bu
            bulgu ve isteyerek çocuk düşürme olgularının artması halkın aile planlamasında
            etkin yöntemleri kullanmadıklarını göstermektedir. Tablo:6’da görüldüğü gibi
            25 yılda korunan kadın yüzdesi iki katına çıkmış ise de kullanılan yöntemlerin
            yüzde 81’i halkın bildiği ve hükümetin katkısı olmadan kullandığı geleneksel
            yöntemlerdir. Hacettepe Üniversitesi Toplum Hekimliği Enstitüsü’nün Etimesgut
            Sağlık Bölgesi’nde aile planlaması uygulamalarındaki değişiklik de Tablo:6’da
            görülmektedir. Bu uygulama kırsal bölgede bile hizmet sunulunca etkin yöntemlerin,
            örneğin UIA, arttığını göstermektedir. Bu durumda hükümetlerin, kabul edilen
            nüfus politikasını uygulamada yeterli olduğunu söylemek olanaksızdır(33).  
                  Tablo:6- Türkiye’de ve
            Etimesgut Bölgesinde Kullanılan Gebeliği Önleyici Yöntemler 
              
            
              
                   | 
                Türkiye  | 
                Etimesgut  | 
               
              
                   | 
                1963  | 
                1978  | 
                1967  | 
                1980  | 
               
              
                Kullanılan
                Yöntem  | 
                Yüzde  | 
                Yüzde  | 
                Yüzde  | 
                Yüzde  | 
               
              
                Uterus içi araç  | 
                0.0  | 
                3.5  | 
                11  | 
                24  | 
               
              
                Hap  | 
                1.0  | 
                4.9  | 
                4  | 
                8  | 
               
              
                Kaput  | 
                4.3  | 
                3.6  | 
                4  | 
                3  | 
               
              
                Geri Çekme  | 
                10.4  | 
                19.4  | 
                20  | 
                25  | 
               
              
                Diğer  | 
                12.0  | 
                12.7  | 
                21  | 
                3  | 
               
              
                Toplam Korunan   | 
                22.0  | 
                44.1  | 
                50  | 
                63  | 
               
              
                Toplam Korunmayan  | 
                78.0  | 
                55.9  | 
                50  | 
                37  | 
               
             
                  Baz:15-44 Yaşında Evli
            Tüm Kadınlar. 
                  Çevre sağlığı
            politikamıza gelince; ülkemiz için çevre sorununu kısaca belirtmek gerekirse bir
            yandan su ve besinlerin bulaşıcı hastalık yapan mikroorganizmalarla bulaşması
            önemini korurken, öte yandan kentleşme ve sanayileşmenin neden olduğu hava
            kirlenmesi, suların ve toprağın kimyasal kirlenmesi, göl ve denizlerde doğal dengenin
            bozulması gittikçe büyüyen bir sorun olmaktadır.  
                  Bu sorunları karşılamak
            için ne yapıyoruz ? 
                  Dördüncü Beş Yıllık
            Sosyo-Ekonomik Kalkınma Planında su, kanalizasyon, düşük standartlı konut sorunları
            gibi az gelişmiş olmanın bir parçası olan sorunlar yanında suların kimyasal
            kirlenmesi, deniz kirlenmesi, hava kirlenmesi, toprak erozyonu ve kirlenmesinin önemi
            belirtilmektedir. Bu sorunların çözümlenmesi için öngörülen önlem olarak
            “Çevre sağlığı hizmetlerinde etkinliği sağlamak amacıyla merkezi yönetimin
            kendi içinde ve yerel yönetimle uyumlu çalışabilmesi için örgütsel düzenlemelere
            gidilecek, yeterli sayıda yönetici, uzman ve teknisyenin yetiştirilmesine ve halkın bu
            konudaki eğitimine ağırlık verilecektir.” denmektedir(34). 
              
            Yararlanılan
            Kaynaklar 
            1.   Constitution  of the World Health Organization (adopted in
            1946): Basıc Documents, WHO, Geneva, 1981 
            2.   Üner S:
            Nüfusbilim Sözlüğü, Hacettepe Üniversitesi yayınları, D-17,1972 
            3.   Fişek, N.H:
            Sağlık Yönünden İnsan ve Çevresi, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi (Ders Notu
            ), 1972   
            4.   UN World Population  Prospects as Assessed in 1973; UN Trend and
            Propects in the Populations,
                  ESA/P/WP.58 New York 1975 
            5.   Fişek, N.H.:
            Dünyada ve Türkiye’de Nüfus Sorunu, Ayşe Akın tarafından derlenen “Doktorlar
            için Aile Planlaması El Kitabı” başlıklı kitapta, Hacettepe Üniversitesi Toplum
            Hekimliği Enstitüsü yayını No.,1982 
            6.   Tuncer, B.:
            Ekonomik Gelişme ve Nüfus, Hacettepe Üniversitesi yayınları D-20,1976 
            7.   Wray, J.D.:
            Population Pressure on Family Health and Child Spacing, “Rapid Population Growth”
            adlı kitapta, John Hopkins Press, Baltimore, 1971 
            8.   Tezcan, S. Ve
            Fişek, N.H.: Çocuk Düşürme: Önemli Tıbbî ve Sosyal Bir Sorun, Hacettepe
            Üniversitesi Toplum Hekimliği Estitüsü Yayını No:12 Ankara, 1980 
            9.   Tezcan, S.,
            Carpenter Yaman, C. ve Fişek Nusret, H.: Türkiyede Çocuk Düşürme Hacettepe
            Üniversitesi Toplum Hekimliği Enstitüsü Yayını No:13 Ankara,1980 
            10. Fişek, N.H.:
            Medicine and Population Change, LS. Bloch tarafından derlenen “Population Change:a  Strategy for Physicians” adlı kitapta, Amerikan
            Tıp Fakülteleri Birliği Yayını, 1974 
            11. World Development
            Report, 1980, Dünya Bankası yayını, 1980 
            12. Health Hazards and
            Environment, Dünya Sağlık Örgütü Yayını Cenevre, 1972 
            13. The Public Health
            Implications of Widespread Use  of Radioactive
            Materials and Disposal of Radioactive Wastes, Dünya Sağlık Örgütü Avrupa Bölgesi
            Yayını, Kopenhang, 1967   
            14. Onul, B., İnfeksiyon
            Hastalıkları  (6. Baskı), Ankara
            Üniversitesi Tıp Fakültesi Yayın No:391, 1980 
            15. Drinking-water and
            Sanitation, 1981-1990, Dünya Sağlık Örgütü Yayını, Cenevre, 1981 
            16. Köy işleri ve
            Kooperatifler Bakanlığı Yıllığı, 1981, Köy İşleri ve Kooperatifler Bakanlığı
            Yayını, 181 
            17. İller Bankası,
            İller Bankası’nın Atatürk’ün 100 üncü doğum yılı yayını, 1981 
            18.Birleşmiş
            Milletler İnsan Çevresi Konferansı Raporu: T.C. Dış İşleri Bakanlığı Ekonomik ve
            Sosyal İşler Genel Müdürlüğü Yayını, 1972  
            19. Environmental Factors
            in the Etiology of Chronic and Degenerative Diseases, Dünya Sağlık Örgütü yayını,
            Cenevre ,1976 
            20. Zenz, C.:
            Occupational Medicine, Yearbook. Medical Publishers Inc. Chicago, 1975 
            21. Altmış bin Vietnam
            Gazisi Tazminat İstiyor, Cumhuriyet Gazetesi, 31 Mart 1982 
            22. Barker, K. Ve
            Arkadaşları: Air Pollution, Dünya Sağlık Örgütü Yayını, Cenevre, 1961 
            23. Hanlon, J.J., The
            Principles of Public Health Administration, Mosby Co. St. Louis, 1964 
            24. World Population and
            Food Supplies: Looking Ahead, UN World Population Conference, Bucarest 1974 Birleşmiş
            Milletler yayını, New York, 1974 
            25. State of Food and
            Agriculture, B.M. Besin ve Tarım Örgütü yayını, 1962 
            26. Population, Resources
            and Environment, UN Population Conference, Bucarest, 1974, Birleşmiş Milletler Yayını,
            New York, 1974 
            27. Shorter, F.C. ve
            Macura, M.: Trends in Fertiliy and Mortality in Turkey, 1935-1975, National Academy Press,
            Washington D.C., 1982 
            28. Yener, S.: 1974-1975
            Nüfus Araştırmasındaki Ölümler ile İlgili Verilerin Değerlendirilmesi, Hacettepe
            Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Doktora Tezi, 1981 
            29. Fişek, N.H.:
            Population Policy of Turkey, IUSSP General Conference 1969 adlı yayında, Uluslararası
            Nüfus Araştırmaları Birliği Yayını, Londra, 1969 
            30. Annual Report of
            General Directorate of Population Planning, 1979, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı
            yayını, 1979 
            31. Turkish Fertility
            Survey, Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü yayını Cilt I, 1980 
            32. Hacettepe
            Üniversitesi’nde Toplum Hekimliğinin İlk 15 Yılı, Hacettepe Üniversitesi Toplum
            Hekimliği Enstitüsü Yayını No.16, 1981 
            33. Dördüncü Beş
            Yıllık Plan : 1979-1983, T.C. Devlet Planlama Örgütü yayını, 1978. 
            
             
               
              * Nüfus ve Çevre
              Konferansı, Türkiye Çevre Sorunları Vakfı Yayını, Eylül 1982, Ankara 
               
              |