SağlIk,
Nüfus Ve Çevre*
1.Giriş:
Sağlığı tanımlamak
istediğimiz zaman çoğu kez “hastalığın olmayışı” deriz. Ancak zamanımızda
sağlık ve iyilik halinin boyutları genişlemiştir. Dünya Sağlık Örgütü’nün
anayasasında sağlık şöyle tanımlanmıştır: “Sağlık yalnız hastalık ve
sakatlığın olmayışı değil, bedence, ruhça ve sosyal yönden tam iyilik halidir”.
Biz de bu yazıda sağlığı bu anlamda alacağız(1).
Nüfus, belli bir bölgede
belirli bir anda yaşayan bireylerin oluşturduğu kitledir. Bu kitledeki sayısal
değişmeler üç öğenin, doğumlar, ölümler ve göçlerin etkisi altındadır. Bu
üç öğe arasındaki dengede olabilecek değişmeler o bölgedeki nüfusun hızlı
artması veya azalmasına neden olur(2).
Çevreye gelince, çoğu
kimse sağlıkla ilgili olarak çevreden söz ederken çevredeki sağılığa zararlı
fiziksel, kimyasal ve biyolojik etkenleri düşünür. Zamanımızda çevre kavramı da
genişlemiştir. Bu terim, yaşadığımız çevredeki fiziksel, kimyasal ve biyolojik
öğeler yanında sosyal, kültürel ve ekonomik öğeleri de kapsar(3).
2.Çağlar Boyu Nüfus
Artışı:
Göçler bir yana
bırakılırsa, bir bölgede nüfus artışı veya azalışını etkileyen öğeler,
ölümler ve doğumlardır. Son yüzyıllara gelinceye kadar ortalama kaba ölüm oranı
doğum oranına çok yakın olduğu için nüfus artışı çok yavaş olmuştur ve 17 nci
yüzyıl ortalarında dünya nüfusu 500 milyon dolaylarına erişebilmiştir. 18 inci
yüzyıldan başlayarak nüfus artışı gittikçe hızlanmış ve 1980 yılında dünya
nüfusu 4 milyara ulaşmıştır. 2000 yılı için tahmin edilen nüfus 6.3
milyardır(4).
Geçmişte ölümlülük
düzeyi ne için yüksekti? Paleolitik çağ insanını incelediğimiz zaman onun nüfusla
çevresindeki besin dengesini koruyabilmek için ölümleri artırıcı bir tutumda
olduğunu görürüz. Neolotik çağda, bir başka deyimle tarım kültüründe, insan,
çevresinin bu sınırlayıcı etkisinden kurtulmuş ve üretimi artırmak için insan
gücü gereksinimi duymuştur. Bu nedenle de ölümleri azaltmak ve doğumları artırmak
istemiştir. Ancak 17 ve 18’inci yüzyıllara kadar ölümleri kontrolda hiç bir
başarı sağlayamamıştır. Bunun nedeni kıtlık ve salgınların kontrol
edilmeyişidir. 18’inci yüzyıldan bu yana tarım, ulaşım ve tıp teknolojisindeki
şaşkınlık uyandırıcı gelişmeler ölümleri, özellikle bulaşıcı hastalık ve
beslenme yetersizliği hastalıklarından doğan ölümleri, büyük ölçüde
önlemiştir. Neolitik çağda 20-30 yıl olan ortalama yaşam süresi (Doğuşta beklenen
hayat süresi) gelişmiş ülkelerin çoğunda 70-80 yıla yükselmiştir(5).
Doğurganlığa gelince; bu
konu kişilerin tutum ve davranışına bağımlıdır. Tutum ve davranışı saptayan
öğeler de tümüyle kültürel, sosyal ve ekonomik etkenlerdir. Bunlar arasında
çocuğun maliyet ve yararıyla kadının toplum içinde statüsü ve rolü en önemli
olandır. Liebenstein 1957’de yayınladığı doğurganlık teorisine göre, çocuğun
aile için maliyeti arttıkça ve çocuktan beklenen psikolojik, sosyal ve ekonomik yarar
azaldıkça doğurganlık azalır. Ailenin çocuktan bekledikleri arttıkça ve çocuk
yetiştirme aileye büyük yük olmadıkça doğurganlık yüksek düzeyde kalır.
Toplumda kadın statüsünün yükselmesi, bir başka deyimle kadının iş hayatında ve
ev dışı sosyal yaşamda yer alması, ekonomik bağımsızlığını kazanması ve
toplumun kadın üzerinde çocuk doğurma ve yetiştirme baskısının olmaması
doğurganlığı azaltır (5). Bunların dışında doğurganlığı azaltıcı olarak
bilinen kentleşme, sanayileşme, sosyal güvenliğin gelişmesi, eğitim düzeyinin
yükselmesi gibi etkenlerin çoğu iki temel nedene bağımlı ara nedenlerdir.
Batı ülkelerinde on
yedinci yüzyıl sonlarından başlayarak ölümlülük düzeyi düşerken sosyo-ekonomik
yapı değişmeye başladığından doğurganlık ta azalmaya başlamıştır.
Blacker’in demografik devinim teorisinde ikinci aşama dediği, ölümlerin azaldığı
ikinci aşama batı ülkelerinde kısa sürmüştür. Bu sürede ve üçüncü aşamada
Avrupa’dan Amerika’ya, Avustralya ve Güney Afrika’ya göç, demografik devinimin
dördüncü aşamasını, ölüm ve doğum hızlarının düşük düzeyde dengeye
ulaşılmasını kolaylaştırmış ve bu ülkelerde nüfus artışı hiç bir zaman sorun
olmamıştır(6).
Az gelişmiş ülkelerde
ise; batının sağlık, tarım ve ulaşım teknolojisini ithal eden bu ülkelerde
ölümlülük azalmış sosyo-kültürel koşullar aynı kaldığından doğurganlık
değişmemiştir. Bunun sonucu bu ülkelerin ve dünyanın nüfusu hızla artmış ve
artmaktadır. Az gelişmiş ülkelerin bir kısmında nüfus artışının hızlanması
otuzlu yıllarda başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı hükümetlere nüfus
artışının sorun olduğunu düşündürecek bir ortam değildi. Az gelişmiş
ülkelerde nüfus ellili yıllarda hızla artmaya başlamıştır.
Dünya nüfusunun kıtalar
arası dağılımı ve 2000 yılı için yapılan tahminler Tablo:1’de görülmektedir.
Bu tahminlere göre nüfusu en hızlı artan ülkeler Afrika ve Latin Amerika
ülkeleridir. Sanayileşmiş ülkelerde nüfus artışı elli yılda ortalama yüzde 56
dır. Afrika ve Latin Amerika’da ise yüzde 275’dir(4).
Tablo:2’de 1950’de
dünyanın en çok nüfuslu beş ülkesinin -Çin Halk Cumhuriyeti, Hindistan, Sovyetler
Birliği, Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya’nın- nüfusları görülmektedir.
Yapılan tahminlere göre 2000 yılında Japonya’nın yerini Endonezya alacak ve
dünyada her beş kişiden biri Çinli ve her altı kişiden
biri Hintli
olacaktır. 1950 yılında Türkiye dünyanın, nüfusu en çok olan 19’uncu ülkesiydi.
İkibin yılında nüfusumuz 3,5 kat artarak dünyada 15’inci(4), Avrupa’da da
Sovyetler Birliği’nden sonra en kalabalık ülke olacağız(4).
Tablo:1-Değişik Yıllarda Dünya Nüfusunun
Kıtalar Arası Dağılımı ve Artışı
|
A 1950 |
B 2000 |
|
Kıtalar |
x Milyon |
Yüzde |
x Milyon |
Yüzde |
Artış (B/A) |
Afrika |
218.8 |
8.75 |
813.7 |
13.01 |
3.72 |
Kuzey Amerika |
166.1 |
6.64 |
296.2 |
4.74 |
1.78 |
Latin Amerika |
163.9 |
6.55 |
619.9 |
9.91 |
3.78 |
Avrupa |
392.0 |
15.67 |
539.5 |
8.63 |
1.38 |
Asya |
1367.7 |
54.68 |
3637.3 |
58.15 |
2.66 |
Okyanusya |
12.6 |
0.51 |
32.7 |
0.52 |
2.59 |
S.S.C.B. |
180.1 |
7.20 |
315.0 |
5.04 |
1.75 |
Dünya |
2501.2 |
100.0 |
6254.4 |
100.0 |
2.50 |
|
|
|
|
|
|
|
|
Tablo:2- Değişik Yıllarda
Nüfusu En Çok Olan Beş Ülkede Ve Türkiye’de Nüfus Artışı
|
A.1950 Sayı |
B.1975 Sayı |
C.2000 Sayı |
|
50 Yılda |
Ülkeler |
x Milyon |
x Milyon |
x Milyon |
Yüzde |
Artış (C/A) |
Çin H.C. |
(1)
558.2 |
838.8 |
(1)1148.0 |
18.35 |
2.06 |
Hindistan |
(2)
352.7 |
613.2 |
(2)1059.4 |
16.94 |
3.00 |
S.S.C.B. |
(3)
180.0 |
255.0 |
(3)315.0 |
5.04 |
1.75 |
A.B.D. |
(4)
152.3 |
213.9 |
(4)264.4 |
4.23 |
1.74 |
Japonya |
(5)
83.6 |
111.1 |
(10)132.9 |
2.12 |
1.59 |
Türkiye |
(19)
20.8 |
39.9 |
(15)72.6 |
1.16 |
3.49 |
Dünya |
2501.2
|
3967.9 |
6254.4 |
100.0 |
2.50 |
|
|
|
|
|
|
|
Parantez içindeki sayılar
nüfus çoğunluğuna göre sırayı gösterir.
3.Nüfus ve Sağlık:
Nüfus ve sağlık konusunu
işlemeden önce hızlı nüfus artışı, çok çocuklu aile ve aşırı doğurganlık
terimleri üzerinde durmak gerekir. Aslında bu üç terim de aynı olguyu
betimlemektedir. Fark soruna bakış açısıdır. Kadın fazla doğurduğu için aile
çok çocuklu olmakta ve ülkenin nüfusu hızlı artmaktadır. Bu nedenle nüfus sorununa
sağlık açısından bakarken aşırı doğurganlık terimini kullanmak yerinde olur.
Sağlıkla aşırı
doğurganlık arasındaki ilişkiye gelince; aşırı doğurganlık sağlığı hem
doğrudan ve hem de dolaylı olarak etkilemektedir. Ailede çocuk sayısı ve doğumlar
arası sürenin çocuk sağlığı üzerine etkisini gösteren çok sayıda araştırma
vardır. Bunlardan bazılarının sonuçları Tablo:3’de özetlenmiştir. Bu tablodaki
verilerin gösterdiği gibi ailede çocuk sayısı arttıkça çocuk ölümleri artmakta,
çocukların hastalanma oranı yükselmekte, beslenme durumu bozulmakta, zeka gelişmeleri
gerilemektedir.(7)
Aşırı doğurganlığın,
sık gebe kalmanın ve istenmeyen gebeliklerin, özellikle sosyo-ekonomik koşulların iyi
olmadığı durumlarda, ana sağlığını olumsuz etkilediğine dair çok yayın vardır.
Bunlar arasında istenmeyen gebeliklerin sonuçlarından biri olan isteyerek çocuk
düşürmenin önemine değinmek gerekir. Çocuk düşürmenin yaygınlığına gelince;
uzmanların tahminine göre dünyada her yıl isteyerek çocuk düşüren kadın sayısı
55 milyon dolayındadır. Türkiye çocuk düşürmenin oldukça yaygın olduğu ülkeler
arasındadır. Yapılan araştırma sonuçlarına göre ülkemizde her yıl 200.000
dolaylarında kadın isteyerek çocuk düşürmektedir. Bunun nedeni istenmeyen
gebeliklerden etkin yöntemlerle korunamamaktır. Kadınların isteyerek yaptıkları veya
ehliyetsiz kişilere yaptırdıkları düşükler ana ölümlerinin ve kadın
hastalıklarının önemli nedenlerinden biridir(8,9).
Nüfusun sağlık üzerine
dolaylı etkisine gelince; beslenme, konut durumu, eğitim ve çevre koşulları gibi
faktörlerin kişinin sağlık düzeyi üzerine etkisi vardır. Az gelişmiş ülkelerde
bu alanlarda, durum sağlığı çok olumsuz etkileyecek kadar kötüdür(10). Hızlı
nüfus artışı bu sorunların çözümünü daha da güçleştirdiğinden sağlık
düzeyini de olumsuz olarak etkilemektedir. Hızlı nüfus artışının sağlık
hizmetlerine yaptığı etki üzerinde de durmak gerekir. Bir toplumda sağlık hizmetleri
düzeyi sağlık, insangücü ve tesislere bağımlıdır. Sağlık hizmetini geliştirmek
için kişi başına düşen sağlık personeli ve tesis sayılarını arttırmak
esastır. Aşırı nüfus artışı, az gelişmiş ülkelerde bu oranların halk yararına
değişmesi için yapılan çabaların verimini büyük ölçüde düşürmektedir. Dünya
Sağlık Örgütü’nün incelemelerine göre son 20 yılda az gelişmiş ülkelerde
hekim sayısı iki katına çıkmıştır. Buna karşılık 10.000 kişiye düşen hekim
sayısı 5.5’den 7.9’a çıkabilmiştir. Bu ülkelerde nüfus artış hızı Avrupa
ülkeleri düzeyinde olsaydı hekim oranı, aynı çaba sonunda 10.000 de 11 olurdu.
Tablo:3- Aşırı
Doğurganlığın Çocuk Sağlığına Etkisi
Ailede Yaşayan
Çocuk Sayısı |
Bebek Ölüm Hızı
(Binde) |
Beslenme
Yetersizliği Olan Çocuk Yüzdesi
|
Kişi başına yılda
Gastro-Enterit |
Zeka Testi |
1 |
172 |
32.0 |
- |
106.4 |
2 |
117 |
34.1 |
- |
109.6 |
3 |
145 |
41.0 |
0.97 |
106.8 |
4 |
124 |
40.7 |
1.18 |
109.0 |
5 |
172 |
41.9 |
1.53 |
105.7 |
6 |
164 |
46.7 |
1.89 |
99.2 |
7 |
206
(1) |
40.3 |
1.89 |
93.0 |
8 |
- |
46.2(2) |
2.11 |
83.8 |
9 |
- |
- |
- |
89.9 |
10 |
- |
- |
- |
62.0 |
|
|
|
|
|
|
|
(1) 7 ve daha fazla, (2)
8 ve daha fazla.
Bir örnek de kendi
ülkemizden verebiliriz. Ülkemizde 1927 yılında 3615 hasta yatağı vardı ve 3762
kişiye bir hasta yatağı düşüyordu. Bu oran 1980 yılında yatak başına 400 kişi
oldu. 1927 ve 1945 yılları arasında nüfusumuzun ortalama artış hızı binde 18 idi.
Bu oran 1980 yılına kadar değişmese ve hastane yapımı aynı hızda sürdürülseydi,
nüfusumuzun 35 milyon ve yatak başına kişi sayısı 311 olurdu.
Nüfusun sağlık üzerine
etkisi, aile büyüklüğünün aile refahı üzerine etkisiyle gösterilebilir. Bir
ailenin refahı gelirine, paranın satın alma değerine ve ailedeki tüketici sayısına
bağlıdır. Bu üç değişkenden ilk ikisinin değişmediğini ve ailede çocuk sayısının değiştiğini
varsayalım. Örneğin aylık geliri 16.000 lira olan iki işçi ailesini ele alalım.
Birinin 2 çocuğu diğerinin 8 çocuğu olsun. Birinci ailede kişi başına gelir 4000
lira ikinci ailede 1600 lira olacaktır. İkinci ailenin refah düzeyi ayda 6400 lira
kazanan 2 çocuklu aile düzeyinde olacaktır. Bu nedenle az çocuklu ailelerin, kendi
düzeylerinde olan çok çocuklu ailelere kıyasla daha sağlıklı yaşama olanakları
olacaktır. Nüfusun hızlı artışının ekonomik gelişme üzerine olan olumsuz
etkisinin sağlık üzerine yansıması da doğaldır. Gerçekten sağlık ile ekonomik
güç arasında, genel bir ilişki vardır. Ancak çeşitli nedenlerle ortalamadan
sapmanın çok belirgin örnekleri de vardır. Örneğin, Suudi Arabistan’da kişi
başına gelir 7690 dolardır, doğuşta beklenen yaşam süresi 53 yıldır. Buna
karşın Srilanka’da kişi başına gelir 190 dolar, doğuşta beklenen yaşam süresi
69 yıldır. Dünya Bankası’nın yıllık gelişme raporunda Srilanka’nın durumu
şöyle açıklanmaktadır: “Srilanka’da beklenen yaşam süresi, eğitim düzeyi ve
düşük doğurganlık diğer fakir ülkelerle kıyaslanırsa bir rekor olduğu
görülür. Hükümet bunu, son yirmi yılda milli gelirin yüzde onunu eğitim, sağlık
ve beslenme programları için harcayarak sağlamıştır. Bu uygulama, bir bakımdan
ekonomik büyümeyi yavaşlatmıştır. Milli geliri düşük olan diğer ülkelerde,
milli gelir daha hızlı artmıştır. Ancak diğer düşük gelirli ülkelerde kişi
başına düşen gelirin yüzde 1.4 artmasına karşın, Srilanka’da nüfus hızlı
artmadığı için kişi başına gelirin yıllık artış hızı yüzde 2 olmuştur”.
4.Çevre ve Sağlık:
Bu konuyu işlerken,
özellikle ekolojik düşüne öncelik vermeyenler, konuyu çevrede sağlığa zarar
verici öğelerle sınırlarlar. Halbuki inceledikleri hava, su, besinler ve toprak
olmasa, değil sağlık, yaşam olmazdı. Bu bir gerçektir, ancak konumuz gereği bizim
de aynı hatayı yapmamız çevre faktörlerini sadece olumsuz yönleriyle ele almamız
gerekiyor.
a-Çevre-İnsan Etkileşimi: Çevreyle insan
arasındaki etkileşim, her açıdan olduğu gibi, sağlık açısından da iki
yönlüdür. Bir yandan çevre koşulları kişinin sağlığını olumlu veya olumsuz
etkiler, diğer yandan insanlar çevrelerini daha sağlıklı yaşanacak veya kendileri
için tehlikeler yaratacak hale getirirler. Bu etkileşimi gösterecek pek çok örnek
verilebilir. Örneğin, paleolitik çağda küçük gruplar halinde yaşayan ve av
peşinde yer değiştiren insan için su ve besinlerin dışkıyla bulaşması nedeniyle
salgınların çıkması gibi bir sorun yoktu. Neolitik çağ insanı köy, kasaba ve
kentler kurduğu zaman çevresinde bu sorunu yarattı. Arkeolojik şehir kalıntılarında
görülen su ve lağım tesisleri insanın kendi yarattığı bu sorunu çözebilme
çabalarının tarihin derinliklerine kadar gittiğini göstermektedir. Tevrat'ta
dışkının toprağa gömülme zorunluğu da insanın çevresini olumlu tutma
çabasının örneklerinden biridir.
Çağımızda dışkının
suya karışmasının önlenmesi gerektiği 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında
anlaşılmış ve insanoğlu bu kez de çevresini olumlu hale getirme teknolojisini
geliştirme yollarını bulmuştur. Bir diğer örnek de tarımsal gelişmeden
verilebilir. İnsanoğlu beslenebilmek için tarımı geliştirme zorundadır. Bunun için
önemli bir gereksinme sulamadır. Toprağı sulamak için insan barajlar yapmış ve
sulama kanalları açmıştır. Ancak çevresini bu biçimde değiştiren insan yeni
sorunlarla karşılaşmıştır. Bunlara örnek sıtma ve şistozomyasiz’dir.
Şistozomyazis tatlı suda yaşayan sümüklü böcekten insana bulaşan kronik bir
hastalıktır. Tropikal ülkelerde bu hastalığa yakalananların sayısı 200.000.000
dolayındadır. Sıtma ise tarihte uygarlıklar yıkan, milyonlarca kişinin ölümüne
neden olan bir hastalıktır. Bugün geliştirilmiş olan teknolojiyle bu tehlike büyük
ölçüde kontrol edilmektedir. Ancak yaratılan her su birikintisi tehlikeyi
arttırmaktadır.
Tarımsal üretimi arttırma
ve koruma için pestisitlerin tarımda kullanılması insanlık için büyük bir
kazançtır. Ancak insanın çevresine soktuğu bu yeni kimyasal maddeler sağlık için
yeni bir tehlike kaynağıdır. Örneğin, evlerde yanlışlıkla yemeğe karışan
pestisitler sonucu ölüm, tüm zehirlenmelerin yüzde 2-10’unu oluşturmaktadır.
Güneydoğu Anadolu’da 1956 yılında salgın halinde görülen kara yara (Porphiria)
nın nedeni buğday tohumlarını ilaçlamada kullanılan hexachlorobenzene idi(12).
Son bir örnek olarak
atom enerjisinin barışçı amaçlarla kullanılışına değinelim. Sağlığımız
için, insanın çevresine soktuğu bu etkenden daha tehlikeli bir şey düşünülemez.
İnsanoğlu bu yeni buluşuyla enerji darlığını bir ölçüde hafifletmiş, tıp ve
sanayide önemli teknolojik gelişmeler sağlamıştır. Ancak iyonizan ışınlar en
etkin karsinogen, teratogen ve mutagenlerdir. Bunların kullanıldığı yerlerde ve
atıkların yok edilmesinde tehlikeyi önlemek için gereken her türlü önlem alınmakta
ise de bir kaza veya ihmal sonucu doğacak tehlikenin önlenememesi olasıdır(13).
İnsanlara daha gönençli ve sağlıklı yaşam için değiştirilen çevre, sonunda
binlerce insana mezar olabilir. Atom enerjisinin savaş amacıyla kullanılmasına
gelince, bu belki de güneşin bu uydusunda yaşamın sonu olabilir.
b-Sağlık İçin Zararlı
Çevresel Öğeler: Çok çeşitli
olan bu öğeler klasik kitaplarda hava, su, besin, toprak, konut, iklim, sanayi
tesisleri, taşıtlar, zehirli hayvan ve bitkiler, hastalık yapan parazit ve
mikroorganizmalar, kimyasal maddeler, iyonizan olan ve olmayan ışınlar ve gürültü
başlıkları altında ayrıntılı olarak incelenir. Amacımız bütün bu öğeleri ve
yapabilecekleri zararlı etkileri burada sunmak değildir. Biz konunun önemini
vurgulayacak birkaç örnek sunmakla yetineceğiz.
c-Biyolojik Kirlenme: Çevremizde en
çok gereksinme duyduğumuz üç öğeden biri olan su, hastalık yapan mikroplarla veya
toksik kimyasal maddelerle bulaştığı zaman insanlar için en büyük tehlikeyi
yaratmaktadır. Biyolojik ajanlarla buluşmanın doğurduğu tehlikeye örnek olarak
kolera salgınları gösterilebilir. Tarihte kaydedilen büyük kolera salgınlarından
ilki 1817’de Hindistan’dan başlayarak birkaç yılda Doğu Asya, Afrika, Orta Doğu
ve Avrupa’ya yayılmış olan salgındır. Bu salgında on milyonlarca insan
ölmüştür. Bundan sonra 1846, 1863 ve 1883 yıllarında da kolera vibriyonuyla bulaşan
sular büyük pandemilere neden olmuştur. Kolera salgınları 20’nci yüzyılın ikinci
yarısında da durmamıştır. 1962 yılında Celebes adalarında yeni bir tip kolera
vibriyonu salgını görülmüş ve salgın batı ülkelerine kadar yayılmıştır.
Türkiye’de ilk salgın 1970 yılında İstanbul’da Sağmalcılarda görülmüştür.
Bu salgında İstanbul’da binden fazla kişi hastalanmış ve yüzden fazla hasta
ölmüştür. Bundan daha önemlisi İstanbul’dan etrafa yayılan hasta ve portörler
hastalığı bütün yurda yaymışlar ve hastalık ülkemizde endemik olan
hastalıklardan biri olmuştur.
Suyla bulaşan hastalık
sadece kolera değildir. Tifo, dizanteri, hepatit ve çocuk felci gibi hastalıklar da
suyla bulaşır ve salgınlar yapar. Ülkemizde hava kirlenmesi, su ve denizlerin kimyasal
kirlenmesi gibi sorunlar yanında su hijyen standardımızın düşük oluşu nedeniyle su
sorunu ülkemizin en büyük çevre sağlık sorunu olma niteliğini korumaktır. Su
sorunu sade bizim sorunumuz değildir. Dünya Sağlık Örgütünce derlenen
istatistikler, sorunun önemini belirtmektedir. Bu istatistiklere göre 1975 yılında
dünya nüfusunun en çok yüzde 38’i temiz su içebiliyordu(15). Bu oran kırsal bölge
halkı için yüzde 22 idi. Ülkemizde durum diğer az gelişmiş ülkelere kıyasla çok
daha iyidir. 25 milyon nüfusun yaşadığı 56.000 köyde (yerleşme yerlerinin yüzde
63’ü) fenni tesisatı olan yeterli içme suyu vardır(16). Kentsel bölgelere gelince
1980 yılında mevcut 1208 belediyenin yüzde 94’ünde fenni su tesisi vardır. Ancak
kentlerin nüfusunun hızlı artışı su yetersizliği sorunu doğurmaktadır(17).
Temiz içme suyu sorununun
önemini değerlendiren Birleşmiş Milletler 1977 yılında bir “Su Konferansı”
toplamıştır. Bu konferansta konuya hükümetlerin dikkatini çekmek ve uluslararası
işbirliğini sağlamak için bir seri karar almıştır. Birleşmiş Milletler asamblesi
de 1980 yılında aldığı kararla 1981-1990 on yılını “Dünya İçme Suyu ve
Sanitasyon On Yılı” olarak kabul etmiştir. Bu karara katılan hükümetler 1990
yılına kadar ülkelerinde her yerleşme yerinde içme suyu standardını yükseltmeyi ve
bu hizmeti yaymakla kendilerini bağlamışlardır(18).
Su konusunu kapamadan
dışkının yok edilmesi sorununa da kısaca değinmek gerekir. İnsan dışkısı,
içindeki patojen etkenler yok edilmeden toprak yüzüne çıkmamalı ve suyla
karışmamalıdır. Gelişmiş ülkeler, temiz su sorunu gibi, bu sorunu da
çözümlediklerinden onlar için su ve besinlerle bulaşan hastalıklar toplumsal sorun
olmaktan çıkmıştır. Gelişmemiş ülkelerde ise hala önemini korumaktadır. Örnek
olarak gelişmekte olan ülkelerin üst tabakasındaki ülkemizi ele alırsak sorunun
büyüklüğü ortaya çıkar. Kırsal bölgede dışkı, genellikle, açık çukurlarda
toplanmaktadır. Sağlık örgütleri kapalı çukur ve septik tank yapılması için
çaba harcamakta ise de bu çalışmaların ne kadar başarılı olduğuna dair istatistik
bilgi yoktur. Kentlerde ve kasabalarda genellikle kapalı çukur veya septik tank sistemi
kullanılmaktadır. Dolan çukurların boşalması, çoğunlukla, hijyen kurallarına
uygun bir biçimde yapılamamaktadır. Kanalizasyon tesislerine gelince, bazı büyük
kentlerin bazı semtlerinde eskiden kalma lağım tesisatı vardır. Ancak kentler hızla
geliştiğinden bu bir anlam taşımamaktadır. İller Bankası kanalizasyon projelerine
1949’da başlamıştır. Bu çalışmalara bir süre ara verilmiş, 1969 yılında
yeniden ele alınmıştır. Bankanın programında 23 kentte kanalizasyon projesi ve 6
kentte tasfiye tesisi projeleri vardır. Belediye sayısının 1607 olduğu gözönüne
alınırsa bu konuda yapılanın ne kadar sınırlı olduğu görülür. Bunun nedeni
kanalizasyon ve tasfiye tesislerinin maliyetinin çok yüksek oluşudur. Bu kadar
sınırlı sayıdaki tesis için bile İller Bankasının 1975-1980 yılları arası
yaptığı yatırım, cari fiyatlarla 7.7 milyar liradır(18).
d-Kimyasal Kirlenme: Su ve besinlerin
hastalık yapan mikroorganizmalarla bulaşması, eskiye kıyasla, önemli ölçüde
kontrol edilmesine karşın ortaya çıkan yeni sorun, suların sağlığa zararlı
kimyasal maddelerle kirlenmesidir. Kimyasal maddelerle kirlenme suların yanında hava,
toprak ve besin kirlenmesinde de önemli bir sorun teşkil etmektedir. Kimyasal maddelerin
zararlı etkileri akut ve kronik zehirlenmeler yanında mutajenik, karsinojenik ve
teratojenik etkiler olabilir. Doğada bulunan cıva, arsenik, kurşun ve bir kısım
organik zehirler gibi toksik kimyasal maddeler yanında insanoğlunun sentez ettiği
zararlı kimyasal maddeler de vardır. Kimya sanayiinin ürettiği ve doğada doğal
olarak bulunmayan kimyasal maddelerin sayısı 60.000 dolayındadır ve bu sayıya her
yıl 200-1000 yeni madde eklenmektedir. Bugüne kadar bunlardan ancak 6000-8000
kadarının sağlık üzerine etkisi incelenebilmiştir. Bunlar arasında pestisitler,
insektisitler ve deterjanlar gibi çok kullanılan maddeler vardır. Üretilen yeni
kimyasal madde ilaç değilse, insan sağlığı üzerine kısa ve uzun vadede yapacağı
etkiler incelenmeden piyasaya sürülmektedir. Bu maddelerin teratojenik, karsinojenik ve
mutajenik etkilerinin doğurduğu facialar sayılamayacak kadar çoktur.
Son yıllarda kanser
morbiditesi hızla artmaktadır. Bunun nedeni çevrede karsinojen maddelerin
artışıdır. Yapılan tahminlere göre tüm kanserlerin oluşunda nedenlerin üçte
ikisi kimyasal maddelerdir. Uluslararası Kanser Enstitüsü’nün yayınlarına göre,
çevremizdeki kimyasal maddelerden 181’i kesin olarak karsinojendir. Geri kalan 36
maddenin de yarısının karsinojen olduğu kuvvetle muhtemeldir(19).
Suyun kimyasal kirlenmesine
neden olan etkenlerden birini; cıva bileşikleriyle su kirlenmesini ele alalım.
Japonya’da Minamata Körfezine dökülen Agano Nehri’ne sanayi atıkları olan
metil-cıva ve benzeri bileşikler atılmaktaydı. Sudan balıklara geçen ve balıklarda
biriken bu cıva bileşikleri 1967 ve 1974 yıllarında bu balıkları yiyenlerde iki
önemli zehirlenme salgınına neden olmuştur. Bu salgınlarda 1400 den fazla insan
hastalanmış ve 55 kişi ölmüştür(20). Cıva bileşikleriyle görülen büyük bir
zehirlenme salgını da Irak’ta alkil-cıva fungusitleriyle ilaçlanmış buğdayları
yiyenlerde görüldü. 1971 yılındaki bu salgında 6000 kişi hastalandı ve 500 kişi
öldü(20).
Oldukça yaygın olan
kurşun zehirlenmesine de kısaca değinelim. Akümülatör fabrikaları ve matbaalar gibi
iş yerleri yanında kurşun zehirlenmesi çocuk sağlığı bakımından da önemlidir.
Çocuklarda kurşun zehirlenmesi, kurşunlu boyayla boyanmış oyuncaklar, pika denen
toprak yeme hastalığı gibi nedenlerden ileri gelmektedir.
Bu zehirlenmede motorlu taşıtların egzozlarından çıkan kurşun bileşiklerinin de
önemli rolü vardır. Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan bir incelemeye göre
çevreye yayılan 184300 ton kurşun bileşiğinin yüzde 98’i taşıtların egzozundan
çıkmaktadır(21). Toprak kirlenmesine
gelince; buna örnek olarak dioksin zehirlenmeleri gösterilebilir.
Amerika Birleşik Devletleri
ordusunun Vietnam savaşında savaş alanlarında bitkileri yok etmek için
kullanıldığı “Agent Orange” büyük bir faciaya neden olmuştur. İnsan için
zararsız sanılan bu maddenin içindeki bir diğer madde dioksin, çok kuvvetli bir
mutajen, teratojen ve karsinojendir. Bu maddeye maruz kalan 60.000 Amerikan askeri
kanserden ölmekte, çocukları sakat ve hastalıklı doğmaktadır. Bu maddeye daha
büyük ölçüde maruz kalan Vietnamlılara ne olduğu bilinmemektedir(22). Dioksinle
çevrenin kirlenmesinin diğer bir örneği, İtalya’da kimyasal madde üreten bir
fabrikadan çevreye dioksinin yayılmasıdır. Büyük bir facia fabrikanın ve
civarındaki kasabanın hemen boşaltılmasıyla önlenebilmiştir.
Kimyasal maddelerle hava
kirlenmesinin doğurabileceği zararlar için Londra, Liege ve Donora olayları
gösterilebilir. Londra olayı 1952 Aralık ayında olmuştur. Haftalık beklenen ölüm
sayısı 887 iken aşırı kirlenmeyi izleyen haftada ölüm sayısı 2484’e
yükselmiştir. Ölüm nedeni havada sülfür dioksit yoğunluğunun artmasıdır. Bu tip
hava kirlenmesinden özellikle bronşit, amfizem gibi kronik obstrüktif akciğer
hastalıkları olanlar fazla etkilenmektedir(23).
e-Işınlar: İyonizan olmayan
ışınların sağlık üzerine olumsuz etkileri sınırlıdır. Bunların genellikle
dokularda yanıklara neden oldukları bilinmektedir. Bu ışınlara en duyarlı organlar
göz ve deridir. Çok küçük frekanslı ışınlar katarakta, mor ötesi ışınlar
kornea lezyonlarına, laser ışınları gözde körlüğe kadar varan retina
yanıklarına veya damarları yakarak damarların tıkanmasına neden olur. Önemli olan
ışınlar iyonizan ışınlardır. Röntgen ve gamma ışınlarının, izotopların
yaydığı alfa ve beta partikülleriyle protonların karsinojenik, mutajenik ve
teratojenik etkileri vardır. Doğal kaynaklı iyonizan ışınlar insan için önemli bir
tehlike yaratmamıştır. Tehlike çanları; insanoğlunun atom enerjisini barışçı ve
savaşçı amaçlarla kullanmaya başladığı zaman çalmaya başlamıştır(12).
f-Çevre Sağlığında
Kültürel, Sosyal ve Ekonomik Etkenlerin Rolü: Sosyal hekimliğin
büyük kuramcısı Grotjahn “Her hastalığın temel nedeni sosyal, kültürel veya
ekonomik bir nedendir” der. Bu görüşü açıklamak için birçok örnek verilebilir.
Bir örnek olarak 1962 yılında Uzakdoğu’da Celebes adalarında başlayan ve on yılda
bütün dünyaya yayılan El-tor tipi kolera salgını verilebilir. Japonya ve İsveç
gibi ülkelerde, Avrupa’nın Akdeniz kıyısındaki ülkelerinde ve diğer az gelişmiş
ülkelerde hastalığın yayılışı farklı olmuştur. “Neden bu böyle olmuştur?”
sorusunun basit ve doğru ilk yanıtı, çevre koşulları arasında farklılıklar
olduğudur. Ancak sormayı sürdürmek gerekir. Ülkeler arasında bu farklılığın
nedeni nedir? Örnek olarak İsveç’le az gelişmiş bir ülkeyi ele alarak soruyu
yanıtlayalım? İsveç’in mali gücü, teknik insangücü ve İsveç’te
yaşayanların kültür düzeyleriyle az gelişmiş ülkelerdeki durum farklı olduğu
için çevresel koşullar farklıdır. Az gelişmiş ülkelerin ekonomik ve teknik
insangücü artırılmadıkça ve o ülkelerde yaşayanlar, çevrelerini sağlıkları
yönünden olumlu halde tutmaları konusunda eğitilmedikçe, çevreyi olumlu hale getirme
ve bu durumda tutma olanaksızdır.
Bir diğer örnek olarak
hava ve suyun kimyasal maddeler ve radyoaktif izotoplarla kirlenmesini ele alalım. Bu,
büyük ölçüde sanayileşme ve kentleşmenin ürünüdür. Bu iki olgu da sosyal ve
kültürel süreçlerdir. Sanayileşme sürecinde de gelişmiş ülkelerle az
gelişmişler arasında fark vardır. Sanayi tesisleri kuran az gelişmiş ülkelerde
sanayi atıklarının çevreyi olumsuzlaştırması daha büyük sorun olmaktadır. Bu
farklılık da ekonomik ve sosyal eşitsizlikten doğmaktadır.
Hava kirlenmesi örneğine
gelince, yukarıda belirtildiği gibi Londra’da hava kirlenmesi nedeniyle 1952 yılında
2000 den fazla ölüm olmuştur. Bundan sonra alınan önlemlerle Londra’da hava
kirlenmesi büyük ölçüde azalmıştır. Buna karşın Ankara’da hava kirlenmesi
kontrolü yakınma ve karar alma aşamasında kalmaktadır. Neden bu farklılık? Bu
farkın nedeni de İngiltere’nin mali gücü, teknik olanakları ve yönetimin kontrol
gücünün Türkiye’den yüksek oluşudur. Çevre sağlığında sosyal, kültürel ve
ekonomik nedenlerin incelenmesi büyük pratik değeri olan bir yaklaşımdır. Çünkü
bulunan bu nedenlere yönelik önlem alınmadıkça beklenen hedeflere ulaşılamaz.
5. Nüfus ve Çevre: Nüfusla çevre
arasındaki ilişki iki yönden -sağlık ve doğal denge yönlerinden- incelenebilir.
Nüfus artışının çevre üzerinde sağlık yönünden yaptığı etki yukarıda
belirttiğimiz etkilerin daha büyük boyutlara erişmesi biçiminde olur.
a-Nüfus Artışı ve Kentleşme: Nüfusun hızlı artışının çevrede
yaptığı en önemli değişikliklerden biri kentleşmedir. Kentleşme özellikle
20’nci yüzyılın ikinci yarısında az gelişmiş ülkelerde büyük bir sorun
olmaktadır. Örneğin, Tablo:4’de görüldüğü gibi Meksiko ve Sao Paolo kentlerinin
nüfusu 50 yılda yaklaşık olarak 11 katına çıkacaktır. Otuz milyonluk bir kentte
nasıl yaşanacağı gerçekten düşünülecek bir sorundur. İstanbul 1950 yılında en
büyük 50 kent arasına girmiyordu. 2000 yılında 8.3 milyon nüfusla 32 nci büyük
kent olacağı tahmin edilmektedir. Bu tablodaki bilgilere ek olarak 2000 yılında
nüfusu beş milyondan fazla olacak kentlerin sayısının 59 ve bir milyon
üzerindekilerin de 414 olacağı tahmin edilmektedir(4).
Tablo:4- 1950 ve 2000
Yılının En Kalabalık Beş Kenti ve İstanbul
1950 Yılı |
2000 Yılı |
50 Yılda |
Kentler |
Nüfus
x Milyon |
Kentler |
Nüfus
x Milyon |
artış yüzde |
1. New York-New
Jersey |
12.3 |
1. Meksiko Kenti |
31.6 |
990 |
2. Londra |
10.2 |
2.Tokyo-Yokohama |
26.1 |
290 |
3. Rhein-Ruhr |
6.8 |
3. Sao Paolo |
26.0 |
940 |
4. Tokyo-Yokohama |
6.7 |
4.NewYork-New Jersey |
22.2 |
80 |
5. Şanghay |
5.8 |
5. Kalküta |
19.7 |
348 |
10. Kalküta |
4.4 |
7.Şanghay |
19.2 |
231 |
17. Meksiko Kenti |
2.9 |
18.Londra |
12.7 |
25 |
23. Sao Paolo |
2.5 |
23.Rhein-Ruhr |
11.3 |
66 |
İstanbul |
|
32.İstanbul |
8.3 |
|
Kent adlarının başındaki
sayılar nüfus çokluğuna göre sırayı gösterir.
Kentleşme ve çevre bu
seminerde ayrı bir konu olarak ve ayrıntılarıyla sunulacaktır. Biz burada yalnız
kentleşmenin sağlık sorunlarını nasıl etkilediğine değineceğiz. Kentleşmenin
sağlık yönünden iki önemli yararı vardır. Bunlardan biri, yerleşme yerinde
sağlık tesisleri olduğu için, sağlık hizmetlerinden yararlanmanın
kolaylaşmasıdır. Diğeri, kentleşme nedeniyle eğitim düzeyinin yükselmesine
bağımlı olarak sağlık davranışlarındaki olumlu değişmedir. Olumsuz etkilere
gelince, bunlar, genellikle, çevresel sağlık sorunlarından ve özellikle az gelişmiş
ülkelerde büyük köy niteliğindeki sözde kentlerde gözlenen sorunlardır.
Atıkların yok edilmesi,
yukarıda da değindiğimiz gibi, küçük yerleşme yerleri dahil, çok önemli bir
sağlık sorunudur. Bu sorun yerleşme yerinin nüfusuyla orantılı olarak artar. Bir
köyde atıkların yok edilmesi sorunu çözülebilir. Buna karşın 1-2 milyon dolayında
nüfusu olan bir kentte çöplerin toplanması, kanalizasyon yapılması, kanalizasyon
yapılamıyorsa vidanjörlerle septik çukurların boşaltılması, kanalizasyon tesisleri
varsa lağım suyu tasfiye istasyonlarının kurulması ve işletilmesi gerçekten kolay
çözümlenemeyecek sorunlardır. Örneğin; milli geliri orta düzeyde olan ülkelerin
üst yarısında olan Türkiye’de, işsiz yüzlerce mühendis ve işçi bulunmasına
karşın kentlerde atıklar sağlığa zarar vermeyecek şekilde yok edilememekte, su ve
besinlerle bulaşan hastalıklar endemik surette devam etmekte ve hatta zaman zaman
salgınlar görülmekte, yaz aylarında kara sineklerden kara bulutlar oluşmaktadır.
Bunun yanında kente göçenlerin kurduğu düşük standartlı evlerden oluşan
mahalleleri, kent içi ulaşım ve trafik sorunu gibi sorunları da belirtmek gerekir.
b-Nüfus ve Sanayileşme: Hızla artan
nüfusun tatmin edici bir yaşam düzeyine erişebilmesi için, halkın satın alma
gücünün arttırılması yanında sanayi malları üretiminin de mümkün olan en
yüksek hızla artması gerekir. Sanayinin hızla gelişmesi için de çeşitli
girdilerden biri; enerji gereksinmesinin karşılanmasıdır. Enerji, sanayi yanında
ısıtma, aydınlatma ve ulaşım gibi hizmetler için de gereklidir. Dünya üzerinde enerji kaynakları sınırsız gibi
görünmekte ise de bugünkü teknolojiyle yeter enerjiyi, özellikle sağlık tehlikesi
yaratmadan, sağlamak çok zordur. İnsanoğlunun bulduğu ve gittikçe daha yaygın bir
ölçüde kullandığı atom enerjisi, çözdüğü sorun kadar sorun yaratır
görünmektedir. Gelişmiş ülkelerde özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde,
yüzlerce nükleer santral kurulmuştur. Endişe yaratan; bu merkezlerden radyoaktif
sızıntı olur veya daha büyük kaza olursa bunun faturasını kaç bin kişinin
yaşamlarıyla ödeyeceğidir. Az gelişmiş ülkeler de aynı kaynağı kullanmaya
başlamıştır. Acaba az gelişmiş ülke adamı koruyucu önlemlerde gelişmiş ülke
teknisyenleri kadar disiplinli olacak mıdır?
Sanayileşmenin getirdiği
sorunlardan bir diğeri; atıkların yok edilmesidir. Hemen her sanayi kolunda bu
atıkların zararsız hale getirilmesi olanağı sağlanmıştır. Ancak bu teknoloji
çoğu kez pahalı bir teknolojidir ve üretimin maliyetini yükseltmektedir. Bu nedenle
sanayici fırsat olursa bu zorunluktan kaçınmaktadır. Ülkemizde İzmit Körfezi’nin
ve Haliç’in kirlenmesi bunun bir örneğidir. Ren Nehri’nin sanayi artıklarıyla
kirlenmekten korunması, masraflı ve disiplinli bir çalışma sonunda bir ölçüde
başarılı olabilmektedir. Her alanda olduğu gibi burada da temel bağımsız
değişkenin gelişmişlik olduğunu görüyoruz.
Sanayileşmenin doğurduğu
sorunlardan biri de; çalışma yerlerinde kontrol edilmeyen olumsuz koşulların meslek
hastalıkları dediğimiz bir grup hastalığın doğuşuna neden olmasıdır. Meslek
hastalıkları çevreden gelen fiziksel, kimyasal ve biyolojik etmenlerle ortaya
çıktığı gibi; vücudun çalışma sırasında aldığı pozisyonun elverişsizliğine
veya sürekli ayakta durmaya bağlı olarak ergonomik etmenlerle de ortaya çıkabilir.
Meslek hastalıklarının
yüzde 60’ı deri hastalıklarıdır. Bu hastalıklar çoğunlukla sıvı haldeki
zararlı maddelerin vücutla temasından meydana gelir. Bu yolla görülen hastalıklar,
işçinin elinde kısa süren kaşıntı ve kızarma gibi basit hastalıklar olabileceği
gibi kanser gibi, öldürücü hastalıklar da olabilir.
Deri hastalıklarından sonra en sık görülen meslek hastalıkları solunum
yoluyla alınan etkenlerin neden olduğu hastalıklardır. Bu hastalıklar silikoz gibi
akciğerlerde yereden hastalık olabileceği gibi, benzol zehirlenmesinde olduğu gibi
sistemik öldürücü hastalıklar da olabilir. İşyerlerindeki toksik maddeler sadece
işçinin sağlığını olumsuz olarak etkilemesi bakımından önemli değildir. Benzen,
vinil klorür monomerleri ve kloropen gibi bileşikler gebe kadın işçilerde çocuk
düşürmeye, kromozomal bozulmalara, sakat çocuk doğurmaya ve ölü doğumlara neden
olmaktadır(21).
Meslek hastalıklarıyla
ilgili olarak belirtilmesi gereken bir husus da, işyerlerinde gerekli koruyucu önlemler
alınırsa bunların asgariye indirilebileceğidir. Ancak bu önlemlerin alınması da
maliyeti artırır ve kârı azaltır. Bu nedenle sağlık kontrolünun zayıf olduğu
işyerlerinde çeşitli meslek hastalıkları görülmektedir.
c-Nüfus ve Besin Üretimi: Birleşmiş
Milletlerin düzenlediği 1974 Dünya Nüfus Konferansı’na sunulan bir raporda,
dünyanın besin kaynakları tam olarak kullanılabilse 38-48 milyar insanı besleyecek
kadar zengin olduğu belirtilmişti. Bu tahminin gerçeği yansıtmadığını aynı
konferansa sunulan bir diğer rapordan anlıyoruz. “1961 yılında buğday stoku 154
milyon ton iken gittikçe azalmış ve 1974 yılında 89 milyon tona düşmüştür(25).
Demek oluyor ki, son on yılda üretilebilenden çok buğday tüketilmiştir. Bir diğer
örnek, buğday ihraç eden ülkelerin sayısının azalmasıdır. İkinci Dünya
Savaşından önce Batı Avrupa hariç, her kıta tükettiğinden fazla buğday
üretiyordu. Bugün buğday ihraç eden ülkeler, sadece Amerika Birleşik Devletleri,
Kanada ve Avustralya’dır. 1960’larda büyük ümit bağlanan yeşil devrimin de
bekleneni veremediği görülmüştür.
Protein üretim ve
tüketimine gelince; en önemli protein kaynağı olan balık üretimi ele alınırsa
durumun parlak olmadığı görülür. Bu kaynaktan yararlanmak için ülkeler elden gelen
her şeyi yapmaktadırlar. Bunun sonucu olarak da son 25 yılda balık üretimi 3 kat
artmıştır. Ancak son on yılda artan üretim artan nüfusun ihtiyacını,
karşılayabilmekte, kişi başına üretimde yükselme görülmemekteydi. Bu örnekler
bir defa daha gösteriyor ki, kapasiteyle kaynaklardan yararlanma başka şeylerdir ve
bunları eşitlemek olanaksızdır. Bu nedenle nüfus ve besin ilişkisi incelenirken
sorunu kapasite yönünden değil, kaynakların kullanılabilmesindeki gelişme hızı
yönünden incelemek gerekir. Bu takdirde de beslenmenin sorun olduğu ülkelerde bu
sorunun çözümlenmesini kolaylaştırmak için nüfus artış hızının kontrolü
zorunluluğunu kabul etmek gerekir.
Birleşmiş Milletler Besin
ve Tarım Örgütü’nün nüfus artış hızının tarımsal üretimin artmasından
sağlanacak yararı ne ölçüde olumsuz etkilediğini gösteren ilginç bir yayını
vardır. Tablo:5’de görüldüğü gibi az gelişmiş ülkelerle gelişmiş ülkelerde
tarım aynı hızla gelişmesine karşın az gelişmiş ülkelerde refah düzeyine
etkisini sınırlamıştır(26).
d-Nüfus ve Doğal Denge: Nüfusun
artışının doğal denge üzerindeki olumsuz etkilerinden en önemli olanlar şöyle
sıralanabilir:
(1) Kentlerde konutların
ve sanayi tesislerinin tarım topraklarının azalmasına neden oluşu,
(2) Artan besin
gereksinmesini karşılamak için meraların ve ormanların tarım arazisine
dönüştürülmesi,
(3) Kullanılan pestisit
ve insektisitlerin bazı kuş türlerinin yok olmasına neden oluşu,
(4) Akarsuların,
göllerin ve hatta denizlerin, insanların ürettiği ısıyla ısınması nedeniyle
balık florasının değişmesi veya yok olması,
(5) Atıklardaki fosfat
tuzlarıyla kirlenen sularda plankton ve bitkilerin hızla üreyerek oksijeni tüketmesi
sonucu balıkların yok oluşu.
Tablo: 5- Nüfus Artışı ve
besin Üretilmesinde 1938-1962 Yılları Arasında Görülen Değişme
Ülkeler |
Nüfus Artışı
Yüzde |
Toplam Besin Üretimi
Artışı Yüzde |
Nüfus Başına Besin
Üretim Artışı Yüzde |
Batı Avrupa |
19 |
43 |
20 |
Doğu Avrupa, SSCB |
12 |
62 |
46 |
Kuzey Amerika |
43 |
65 |
16 |
Avustralya |
52 |
44 |
-5 |
Ortalama |
21 |
56 |
29 |
Güney Amerika |
71 |
60 |
-1 |
Uzak Doğu |
46 |
45 |
-1 |
Yakın Doğu |
50 |
66 |
11 |
Afrika |
53 |
52 |
-1 |
Ortalama |
51 |
51 |
2 |
Nüfus artışının doğa
üzerinde uzun vadede yapacağı olumsuz etkiler de vardır. Bunlardan birisi iklimin
değişmesidir. Bu değişikliğin üç temel nedeni, havada karbon dioksit ve tozanların
(particles) artması ve enerji kaynaklarından çıkan ısıdır.
Havada su ve karbondioksit
molekülleri kızıl ötesi ışınlar yansıtır. Yapılan hesaplara göre havada su ve
karbon dioksit molekülleri olmasaydı ortalama ısı şimdikinden 33 derece daha az
olurdu. Ancak atmosferde ısı düzenini etkileyen karbon dioksit yoğunluğundan başka
etmenler de vardır. Bu nedenle havada karbon dioksit arttıkça atmosferin tümüyle
ısınmasından çok mevsimler arası ve bölgeler arası farkın azalması
beklenmektedir(27).
Havadaki tozan yoğunluğuna
gelince, 20’nci yüzyılda hava hızla tozanlanmaktadır. Kafkas Dağları’nda 1790
ile 1930 arasında havanın tozan yoğunluğunda önemli bir değişiklik olmamasına
karşın tozan yoğunluğu son otuz yılda 19 defa artmıştır. Washington kentinde tozan
yoğunluğu 60 yıl içinde yüzde 57 artış göstermiştir. Tozanlar güneş
ışınlarını tutması yanında havadaki su moleküllerini bağlayarak yağmur
yağmasını da önlemektedir(27).
6.Sağlık, Nüfus ve Çevre
Politikamız:
Birinci beş yıllık
sosyo-ekonomik kalkınma planından bu yana Devletin sağlık politikası
değişmemiştir. Bu politikanın temeli herkese gereksindiği sağlık hizmetini
sunmaktır. Anayasaya göre de bu hizmeti sunmak Devletin görevidir. Doğuşta beklenen
yaşam süresine son 30 yılda 24 yıl eklenmesi bu hizmetin sunulmasında önemli
başarılar elde edildiğinin kanıtıdır. Ancak hâlâ hedeften çok uzakta olduğumuz da bir gerçektir(28). Devlet
İstatistik Enstitüsü’nün 1974 yılında yürüttüğü İkinci Türkiye Nüfus
Araştırması verilerine göre Türkiye’de ölenlerin yüzde 43’ü hasta iken hekim
tarafından muayene edilmemiştir. Bu oran üç büyük kent için yüzde 2 ve az
gelişmiş kırsal bölge için yüzde 67’dir. Bunun nedeni 1961 yılında kabul edilen
Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasasını uygulamada hükümetlerin
yetersizliğidir(29).
Nüfus politikamıza
gelince;birinci beş yıllık sosyo-ekonomik kalkınma planıyla ülkemizde nüfus
politikası değiştirilmiş ve antinatalist bir politika güdülmesi kabul edilmiştir.
1965 yılında kabul edilen Nüfus Planlaması hakkındaki Yasa ile de bu politikanın
uygulanması için gerekli yürütme kararları alınmıştır(30).
Hükümet Nüfus Planlaması
Yasasının kabul edildiği 1965 yılından 1979 yılı sonuna kadar açılan merkezlerde,
687.083 UIA (Uterus içi araç) uygulanmış, 278.355 kişiye hap ve kaput
dağıtılmıştır. 1979 yılında takılan UIA ve hap veya kaputla korunmaya başlayan
toplam kadın sayısı 109.721 idi. Aile planlaması konusunda eğitim de sınırlı
ölçüde yürütülmüştür. SSYB’nın 1979 yılında yayınladığı rapora göre,
Nüfus Planlaması merkez örgütünde 50 kişi ve yerel aile planlaması birimlerinde 33
hekim ile 1077 ebe ve hemşire çalışmaktaydı(31). Bir ülkede doğurganlığın
azalması hükümet kararlarından çok ailelerin sosyal, ekonomik ve kültürel koşullarına bağımlıdır. Konu
bu yönden ele alınırsa Türkiye’de antinatalist bir politikanın uygulanması için
uygun bir ortam olduğu görülür. Çünkü Türkiye’de doğurganlık 1950’den
itibaren düşmeye başlamış ve küçük aile norm olmuştur. 1978 yılında
yürütülen “Türkiye Doğurganlık Araştırması” sonuçlarına göre üç veya
daha az çocuğu olan kadınlardan yüzde 73’ü başka çocuk istememektedir. Bu oran
kentler için yüzde 65’dir(32). Aynı araştırma sonuçlarına göre, gebe kalan
kadınların yüzde 38’i son gebeliklerinde istemedikleri halde gebe kalmıştır. Bu
bulgu ve isteyerek çocuk düşürme olgularının artması halkın aile planlamasında
etkin yöntemleri kullanmadıklarını göstermektedir. Tablo:6’da görüldüğü gibi
25 yılda korunan kadın yüzdesi iki katına çıkmış ise de kullanılan yöntemlerin
yüzde 81’i halkın bildiği ve hükümetin katkısı olmadan kullandığı geleneksel
yöntemlerdir. Hacettepe Üniversitesi Toplum Hekimliği Enstitüsü’nün Etimesgut
Sağlık Bölgesi’nde aile planlaması uygulamalarındaki değişiklik de Tablo:6’da
görülmektedir. Bu uygulama kırsal bölgede bile hizmet sunulunca etkin yöntemlerin,
örneğin UIA, arttığını göstermektedir. Bu durumda hükümetlerin, kabul edilen
nüfus politikasını uygulamada yeterli olduğunu söylemek olanaksızdır(33).
Tablo:6- Türkiye’de ve
Etimesgut Bölgesinde Kullanılan Gebeliği Önleyici Yöntemler
|
Türkiye |
Etimesgut |
|
1963 |
1978 |
1967 |
1980 |
Kullanılan
Yöntem |
Yüzde |
Yüzde |
Yüzde |
Yüzde |
Uterus içi araç |
0.0 |
3.5 |
11 |
24 |
Hap |
1.0 |
4.9 |
4 |
8 |
Kaput |
4.3 |
3.6 |
4 |
3 |
Geri Çekme |
10.4 |
19.4 |
20 |
25 |
Diğer |
12.0 |
12.7 |
21 |
3 |
Toplam Korunan |
22.0 |
44.1 |
50 |
63 |
Toplam Korunmayan |
78.0 |
55.9 |
50 |
37 |
Baz:15-44 Yaşında Evli
Tüm Kadınlar.
Çevre sağlığı
politikamıza gelince; ülkemiz için çevre sorununu kısaca belirtmek gerekirse bir
yandan su ve besinlerin bulaşıcı hastalık yapan mikroorganizmalarla bulaşması
önemini korurken, öte yandan kentleşme ve sanayileşmenin neden olduğu hava
kirlenmesi, suların ve toprağın kimyasal kirlenmesi, göl ve denizlerde doğal dengenin
bozulması gittikçe büyüyen bir sorun olmaktadır.
Bu sorunları karşılamak
için ne yapıyoruz ?
Dördüncü Beş Yıllık
Sosyo-Ekonomik Kalkınma Planında su, kanalizasyon, düşük standartlı konut sorunları
gibi az gelişmiş olmanın bir parçası olan sorunlar yanında suların kimyasal
kirlenmesi, deniz kirlenmesi, hava kirlenmesi, toprak erozyonu ve kirlenmesinin önemi
belirtilmektedir. Bu sorunların çözümlenmesi için öngörülen önlem olarak
“Çevre sağlığı hizmetlerinde etkinliği sağlamak amacıyla merkezi yönetimin
kendi içinde ve yerel yönetimle uyumlu çalışabilmesi için örgütsel düzenlemelere
gidilecek, yeterli sayıda yönetici, uzman ve teknisyenin yetiştirilmesine ve halkın bu
konudaki eğitimine ağırlık verilecektir.” denmektedir(34).
Yararlanılan
Kaynaklar
1. Constitution of the World Health Organization (adopted in
1946): Basıc Documents, WHO, Geneva, 1981
2. Üner S:
Nüfusbilim Sözlüğü, Hacettepe Üniversitesi yayınları, D-17,1972
3. Fişek, N.H:
Sağlık Yönünden İnsan ve Çevresi, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi (Ders Notu
), 1972
4. UN World Population Prospects as Assessed in 1973; UN Trend and
Propects in the Populations,
ESA/P/WP.58 New York 1975
5. Fişek, N.H.:
Dünyada ve Türkiye’de Nüfus Sorunu, Ayşe Akın tarafından derlenen “Doktorlar
için Aile Planlaması El Kitabı” başlıklı kitapta, Hacettepe Üniversitesi Toplum
Hekimliği Enstitüsü yayını No.,1982
6. Tuncer, B.:
Ekonomik Gelişme ve Nüfus, Hacettepe Üniversitesi yayınları D-20,1976
7. Wray, J.D.:
Population Pressure on Family Health and Child Spacing, “Rapid Population Growth”
adlı kitapta, John Hopkins Press, Baltimore, 1971
8. Tezcan, S. Ve
Fişek, N.H.: Çocuk Düşürme: Önemli Tıbbî ve Sosyal Bir Sorun, Hacettepe
Üniversitesi Toplum Hekimliği Estitüsü Yayını No:12 Ankara, 1980
9. Tezcan, S.,
Carpenter Yaman, C. ve Fişek Nusret, H.: Türkiyede Çocuk Düşürme Hacettepe
Üniversitesi Toplum Hekimliği Enstitüsü Yayını No:13 Ankara,1980
10. Fişek, N.H.:
Medicine and Population Change, LS. Bloch tarafından derlenen “Population Change:a Strategy for Physicians” adlı kitapta, Amerikan
Tıp Fakülteleri Birliği Yayını, 1974
11. World Development
Report, 1980, Dünya Bankası yayını, 1980
12. Health Hazards and
Environment, Dünya Sağlık Örgütü Yayını Cenevre, 1972
13. The Public Health
Implications of Widespread Use of Radioactive
Materials and Disposal of Radioactive Wastes, Dünya Sağlık Örgütü Avrupa Bölgesi
Yayını, Kopenhang, 1967
14. Onul, B., İnfeksiyon
Hastalıkları (6. Baskı), Ankara
Üniversitesi Tıp Fakültesi Yayın No:391, 1980
15. Drinking-water and
Sanitation, 1981-1990, Dünya Sağlık Örgütü Yayını, Cenevre, 1981
16. Köy işleri ve
Kooperatifler Bakanlığı Yıllığı, 1981, Köy İşleri ve Kooperatifler Bakanlığı
Yayını, 181
17. İller Bankası,
İller Bankası’nın Atatürk’ün 100 üncü doğum yılı yayını, 1981
18.Birleşmiş
Milletler İnsan Çevresi Konferansı Raporu: T.C. Dış İşleri Bakanlığı Ekonomik ve
Sosyal İşler Genel Müdürlüğü Yayını, 1972
19. Environmental Factors
in the Etiology of Chronic and Degenerative Diseases, Dünya Sağlık Örgütü yayını,
Cenevre ,1976
20. Zenz, C.:
Occupational Medicine, Yearbook. Medical Publishers Inc. Chicago, 1975
21. Altmış bin Vietnam
Gazisi Tazminat İstiyor, Cumhuriyet Gazetesi, 31 Mart 1982
22. Barker, K. Ve
Arkadaşları: Air Pollution, Dünya Sağlık Örgütü Yayını, Cenevre, 1961
23. Hanlon, J.J., The
Principles of Public Health Administration, Mosby Co. St. Louis, 1964
24. World Population and
Food Supplies: Looking Ahead, UN World Population Conference, Bucarest 1974 Birleşmiş
Milletler yayını, New York, 1974
25. State of Food and
Agriculture, B.M. Besin ve Tarım Örgütü yayını, 1962
26. Population, Resources
and Environment, UN Population Conference, Bucarest, 1974, Birleşmiş Milletler Yayını,
New York, 1974
27. Shorter, F.C. ve
Macura, M.: Trends in Fertiliy and Mortality in Turkey, 1935-1975, National Academy Press,
Washington D.C., 1982
28. Yener, S.: 1974-1975
Nüfus Araştırmasındaki Ölümler ile İlgili Verilerin Değerlendirilmesi, Hacettepe
Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Doktora Tezi, 1981
29. Fişek, N.H.:
Population Policy of Turkey, IUSSP General Conference 1969 adlı yayında, Uluslararası
Nüfus Araştırmaları Birliği Yayını, Londra, 1969
30. Annual Report of
General Directorate of Population Planning, 1979, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı
yayını, 1979
31. Turkish Fertility
Survey, Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü yayını Cilt I, 1980
32. Hacettepe
Üniversitesi’nde Toplum Hekimliğinin İlk 15 Yılı, Hacettepe Üniversitesi Toplum
Hekimliği Enstitüsü Yayını No.16, 1981
33. Dördüncü Beş
Yıllık Plan : 1979-1983, T.C. Devlet Planlama Örgütü yayını, 1978.
* Nüfus ve Çevre
Konferansı, Türkiye Çevre Sorunları Vakfı Yayını, Eylül 1982, Ankara
|