EkonomİK
KalkInma, Nüfus Ve Hukuk*
1.Giriş:
Ekonomik kalkınmada hukukun
yerini incelerken analitik bir yaklaşımla ekonomik kalkınmayı, daha doğru bir deyimle
ekonomik kalkınma hızını etkileyen değişkenleri belirlemek ve hukuk kurallarının
bu değişkenler üzerindeki etkisini incelemek yerinde olur. Bu yazıda, bu yaklaşım
esas alınarak ekonomik kalkınma hızını etkileyen etkenlerden biri olan nüfus ele
alınacak ve nüfusla ekonomik kalkınma arasındaki ilişki saptandıktan sonra, nüfusun
nicelik ve niteliğini etkileyen politikalar ve bu politikaların uygulanmasında hukukun
rolü üzerinde durulacaktır.
2.Ekonomik Kalkınma Ve
Nüfus:
Bu yazının amacı ekonomik
kalkınma ile nüfus arasındaki ilişkiyi her yönüyle incelemek değildir. Bu nedenle
bu ilişkiyi gösteren örnekler vermekle yetinilecektir ve özellikle nüfusla ekonomik
kalkınmanın en önemli değişkeni olan üretim arasındaki ilişki üzerinde
durulacaktır. Üretimi etkileyen üç değişken emek, sermaye ve doğal kaynaklardır.
Her ülkede doğal kaynaklar sabittir. Bu kaynaklardan yararlanma da teknoloji
değişmediği sürece değişmez. Teknolojik gelişimi de, diğer faktörler yanında
nüfusun niceliğinden çok niteliği etkiler. Nüfusun niteliğini etkileyen bağımsız
değişken ise hizmet üretimi, özellikle eğitimdir.
Emek faktörüne gelince,
bunun da nicel ve nitel yönleri vardır. Nitel gelişme, yukarıda değinildiği gibi
hizmet üretimindeki gelişmelere bağlıdır. Nicel yönden sorun ele alındığında
çeşitli sektörlerin bugün ve gelecekte insangücü ihtiyacı olup olmadığı
incelenmelidir. Şimdi ülkemizi örnek olarak alalım ve sorunu inceleyelim.
Türkiye’de üretimi arttırmak için nüfusa, daha doğru bir deyimle daha fazla
insangücüne ihtiyaç var mı? Önce tarım sektörünü ele alalım. Ülkemizde
tarımsal üretimi arttırmak için karşılaşılan dar boğaz sulama, gübreleme ve
makineleşme açığıdır. Bu alanda insangücü açığı değil fazlası vardır.
Amerika Birleşik Devletleri’nde 100 hektarda 4 çiftçi çalışır. Ülkemizde aynı
alanda 25 çiftçi çalıştığı gözönüne alınırsa ne bugün ne de gelecekte, bu
sektörde emeğin bir sorun olmadığı ve olmayacağı ortaya çıkar.
Sanayi sektörüne gelince;
nüfus artış hızımıza, milyonlarca açık ve gizli işsize ve dış ülkelere giden
işçi sayısına bakarak; bugün ve yakın gelecekte sanayi sektöründe emek sorununun
nicel olamayacağı yargısına varırız. Sanayi sektörünün emek sorunu nitelikli
işçi açığıdır ki, bunun karşılanması da, özellikle, eğitimin gelişmesine
bağlıdır.
Hizmet sektöründe de durum
aynıdır. Bilinen bir gerçektir ki, nüfus sayısıyla eğitim ve diğer bütün hizmet
sektörleri arasındaki ilişki negatiftir. Kaynaklar sabit ise, hizmet görülen nüfus
arttıkça, hizmet kalitesi düşer. Bu duruma göre aşırı nüfus artışının
Türkiye’de ve koşulları Türkiye’ye benzeyen ülkelerde ekonomik kalkınma için
gereksiz olduğu ve nüfusun niteliğini olumsuz etkilediği için zararlı olduğu
yargısına varabiliriz.
Sermaye birikimine gelince,
fazla nüfusun burada da olumsuz etkisi vardır. Yine ülkemizi örnek alalım. 1973
yılında gayri safi milli hasıla 300 milyar lira civarında idi. Bu gelirin yüzde
69’u halk (209 milyar lira), yüzde 12’si kamu kuruluşları (37 milyar lira)
tarafından tüketilmiştir. Şimdi 1927’den bu yana nüfus artış hızımıza
bakalım. 1927-1945 yılları arasında ortalama nüfus artış hızı binde 17,8 idi.
İkinci Dünya Savaşından sonra sağlık hizmetlerinde daha başarılı olmamızın
sonucu olarak ölümler azalmış, buna karşın doğurganlık değişmediğinden,
nüfusumuz hızla artmaya başlamıştır. 1945-1973 arasında ülkemizde de
doğurganlık, batı ülkelerinde 19.yüzyılda olduğu gibi, ölümlerin azalmasına
paralel olarak azalsa ve nüfus artış hızı binde 17,8 dolaylarında kalsa idi,
1973’de nüfusumuzun 38 milyon değil, 30 milyon olurdu. Şimdi nüfusun üretim için
gerekli sermaye birikimine etkisini belirtebilmek için bir varsayım yapalım.
Varsayalım ki, ülkemizde 1945’den sonra nüfus artış hızı değişmedi, 1973’de
kişi başına tüketim ve kamu tüketimi bugünkü düzeyi korudu. Bu duruma göre toplam
tüketim 242 milyar lira değil, 212 milyar lira olur ve yatırım harcaması yüzde 68
bir fazlalık ile 90 milyar liraya ulaşırdı.
Ekonomik kalkınma ile
nüfus arasındaki ilişkiden söz ederken şunu da belirtmek gerekir ki, ekonomik
kalkınma ile nüfus arasında etkileşim var demek, nüfus faktörünün tek etken,
bağımsız etken, veya en önemli etken olduğu anlamına gelmez ve gelmemelidir de.
Gerçekten nüfus etkeni, ekonomik kalkınmada ne tek etkendir ve ne de en önemlisidir.
Sadece ve özellikle aşırı doğurgan olan az gelişmiş ülkelerde, ekonomik kalkınma
hızını etkileyen etkenlerden biridir. Bu noktanın belirtilmesinin nedeni bazı fanatik
pronatalist’lerin ve teorik modellere gereğinden fazla önem verenlerin antinatalist
politika uygulamalarının amaçlarından olan nüfus planlaması programlarını
zayıflatmak için “Nüfus planlaması ile sosyo-ekonomik kalkınma olmaz” veya
“Doğurganlık, sosyo-ekonomik kalkınmaya bağımlı olarak azalır. Nüfus planlaması
programları ile doğurganlık azaltılamaz” savlarını ısrarla öne sürmeleridir.
Elbette kültürel ve ekonomik gelişmemişlik nedeniyle insangücüne ihtiyacı olan
ülkelerde hükümetlerin nüfus planlama programları başarılı olamaz. Ancak yukarıda
açıklandığı gibi nüfus, ekonomik kalkınma hızı üzerinde etkisi olan bir
faktördür. Diğer sava gelince, aşırı doğurganlığın tek nedeninin sosyo-ekonomik
gelişmemişlik olmadığını hatırlamak gerekir. Aşırı doğurgan ülkelerin bir
kısmında, örneğin Türkiye’de, aşırı doğurganlığın nedeni, halkın gebeliği
önleyici etkin yöntemleri bilmemesi veya çeşitli nedenlerle kullanamamasıdır.
3.Nüfus Politikaları* :
Nüfus politikaları
dediğimiz zaman hükümetlerin bilinçli olarak nüfusun niceliği, niteliği ve
dağılımını etkileyen kararlarının tümünü anlıyoruz. Bu kararların, bir başka
deyimle politikanın, yürütülmesi için gerekli tedbirlerin alınması ve
uygulamasını politikadan ayrı bir eylem kabul ediyoruz. Nüfus politikaları arasında,
nüfusun niteliğini ve dağılımını etkileyen politikalar bu yazının kapsamına
alınmayacaktır. Nüfusun niceliğini etkileyen politikalara gelince, bunlar sağlık ve
doğurganlığı kontrol politikalarıdır.
Çeşitli ülkelerin
sağlık politikalarında amaç yönünden fark yoktur. Her ülke yurttaşlarına sağlık
hizmetini en yüksek düzeyde götürme istek ve kararındadır. Ancak şuna da değinmek
gerekir ki, bu hususta her ülke, özellikle az gelişmiş ülkeler, yeter derecede
başarılı olamamakta ve bu ülkelerde sağlık hizmetinden ancak bir mutlu azınlık
yararlanmakta, halk bundan yoksun kalmaktadır. Bunun nedenleri arasında kaynakların
sınırlılığı, sağlık hizmetini örgütlemede akılcı bir tutum yerine gelişmiş
ülkeleri taklit etme yolunu seçme ve hasta-hekim ilişkisinde liberal ekonomik düzeni
sürdürme sayılabilir.
Doğurganlığı kontrol
politikasına gelince, bu politika, eğer varsa, pronatalist, antinatalist veya iki
yönlü (bipolar) olabilir. Üretim ve güvenlik için insangücü ihtiyacı olan bir
ülkenin pronatalist, insan gücü fazlası olan bir ülkenin antinatalist bir politika
gütmesi beklenir. Ülkelerinde etnik ve bölgesel nüfus dengesini etkilemek isteyenler
de iki yönlü bir politika izlerler.
Nüfus politikalarının
uygulanması bir dizi kararlara ve çeşitli politikalar arasındaki öncelik ve dengelere
bağlıdır. Politikalar arası dengede ülkelerin büyük çoğunluğunun üzerinde
durduğu husus, insan hakları politikası ile nüfus politikalarını
bağdaştırmaktır. Zamanımızda ülkelerin büyük çoğunluğu ister pronatalist
olsun, ister antinatalist olsun, kadınların istediği zaman ve istediği sayıda çocuk
yapma haklarını kısıtlamayan politika gütmektedirler. Pronatalist politika güdenler
amaçlarına ulaşmak için doğurganlığı özendirici tedbirler almaktadırlar. Örnek
olarak aktif pronatalist politika güden bir sosyalist ülkeyi, Çekoslovakya’yı
gösterebiliriz. Çekoslovakya’da doğum yapan kadınlara, işyerleri ilk yıl tam
ücretle, ikinci yıl yarım ücretle izin vermektedir. Buna karşın, gebeliği önleyici
yöntemleri kullanma ve çocuk aldırmayı kısıtlayıcı politika güdülmemektedir.
Antinatalist politika güden ülkelerde de durum aynıdır. Bu ülkeler kadınlarının
doğurganlığını kısıtlamak istemelerine rağmen zorlayıcı bir politika
uygulamamakta, amaçlarına halklarını eğiterek varmak istemektedirler.
Doğurganlığı kontrola büyük önem veren ve başarılı olan Çin Halk Cumhuriyeti
bile evlenme yaşını 25’e çıkarmaktan başka zorlayıcı tedbir uygulamamaktadır.
Politik karar almakta ve
özellikle uygulamakta gelenekçilikle akılcılığın çarpıştığı ülkeler de
vardır. Nüfus sorununda gelenekçi tutum doğurganlığı teşviktir. Bu tutum kökenini
neolitik kültürün derinliklerinden alır. Tarım devrimini kovalayan binlerce yıl
insanlar üretimi arttırabilmek için muhtaç oldukları enerjiyi büyük ölçüde
biyolojik kaynaklardan yani insan ve hayvan gücünden sağlayabiliyorlardı. Bu nedenle
fazla nüfusu olan aile ve ülke, daha kuvvetli ve daha zengin oluyordu. Bu çağda
insanlar ölümleri kontrol edemediğinden insangücü kaynakları ancak doğurganlığı
teşvik ve esir kullanarak geliştirilebiliyordu. 18.yüzyıldan bu yana yeni enerji
kaynaklarının keşfi, teknolojik gelişmeler ve sosyal devrimler ücretin ve güvenlik
için insangücünün önemini azaltmış ve bunun sonucu tutumlarını değişen
koşullara göre değiştirebilen akılcı aileler ve hükümetler nüfus sorunu
karşısında geleneksel davranışlarını değiştirmişlerdir. Buna karşın her
toplumda düşüncelerini çağın koşullarına uyduramayanlar ve her ne pahasına olursa
olsun geleneklerin kafalarına yerleştirdiği
inançlardan ayrılamayanlar da vardır. Gelenekçilikten en çok etkilenen ülkeler Latin
Amerika Ülkeleridir. Katolik kilisesine çok bağımlı olan bu ülkeler gereksindikleri
halde halkın doğurganlığı kısıtlayıcı tedbir almalarını kolaylaştırıcı bir
politikayı benimsememektedirler.
Şimdi doğurganlık
politikalarını inceleyelim. Bunlar iki grupta incelenebilir. Birinci grupta
doğurganlığı doğrudan etkileyen şu politikalar vardır: Gebeliği önleyici
yöntemlerin kullanılması, çocuk aldırma, erkek ve kadının sterlizasyonu,
doğurganlığı kontrol konusunda halkın eğitimi, evlenme yaşının saptanması, aile
planlama hizmetinin halka sunuluşu ile ilgili politikalar.
Çocuk sayısına karar
vermeyi ailenin veya kadının hakkı saymayan ve onları aşırı doğurganlığa
zorlayan ülkeler gebeliği önleyici ilaç ve araçların üretimini, ülkeye ithalini ve
satışını yasaklayan bir politika güderler. Halka bu konuda bilgi verilmesini de
yasaklarlar. Zamanımızda bu aşırı uygulamayı Latin Amerika ülkelerinde ve sosyalist
ülkeler arasında Romanya’da görüyoruz. 1965 yılında nüfus planlaması kanunu
kabul edilmeden önce ülkemizde de aynı politika güdülmekteydi.
Çocuk düşürmeye gelince,
bu bir çok ülkelerde “cinayet” sayılmakta ve yasaklanmaktadır. Buna karşılık
bazı ülkelerde gebe kadına çocuğunu aldırmaya karar yetkisi tanınmaktadır.
Zamanımızda ve geçmişte ülkelerin çocuk aldırma politikalarında büyük
farklılıklar olduğu görülmektedir. Roma hukukunda gebeliğin kırkıncı gününden
önce çocuk düşürme suç değildi. Revizyonist bir çocuk düşürme politikası
gütmeyen sosyalist ülkelerde hekimler kadınların isteği üzerine çocuk düşürtme
zorundadır. Bunu nedeni Lenin’in çocuk doğurmaya karar vermenin kadın hakkı
olduğunu kabul etmesidir. Son yıllarda aynı eğilim batı ülkelerinde de
görülmektedir. İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri, Fransa son yıllarda çocuk
düşürme politikalarını değiştirerek, çocuk düşürmeyi serbest
bırakmışlardır.
Sterilizasyonda da durum
aynıdır. Bazı ülkeler sterilizasyonu organ yok etme saymakta ve doğurganlığı
kontrol için sterilizasyonu yasaklamaktadır. Bazı ülkelerde de, örneğin Amerika
Birleşik Devletlerinde, doğurganlığı sterilizasyon ameliyatı yaptırarak önlemek
serbesttir. Hindistan ve daha az gelişmiş bir çok ülkede ise hükümetler
sterilizasyonu teşvik edici bir politika gütmektedir.
Evlenme yaşının
yükselmesi doğurganlığı azaltır. Ülkeler evlenme yaşı politikasını da
değiştirerek doğurganlığı etkileyebilirler. Örneğin, Çin Halk Cumhuriyeti
doğurganlığı sınırlayıcı çeşitli politikalar arasında 25 yaşından önce
evlenmeyi de yasaklamıştır. Bu suretle kadınların doğurganlık süreleri 30 yıldan
20 yıla inmiş olmaktadır.
Aile planlaması hizmetinin
halka nasıl sunulacağı hususundaki politika da doğurganlığı
etkiler. Bu politika özellikle, Türkiye gibi, çocuk sayısını sınırlamak isteyen,
buna karşın çeşitli nedenlerle etkili aile planlaması yöntemlerini kullanamayan
ailelerin çoğunlukta olduğu ülkeler için önemlidir. Doğurganlıkla ilgili ikinci
grup politikalar dolaylı olarak halkın tutumunu etkileyen politikalardır. Bunların en
önemlileri sosyal güvenlik, çocuk işçi çalıştırma, kadın hakları, doğum
yardımı ve vergileme politikalarıdır. Sosyal güvenliğin hükümetler tarafından
sağlanmadığı ülkelerde ana ve baba güvenceyi çocuklarında ararlar. Bu toplumlarda
gelenek ana ve babanın yaşlandığı, hastalandığı veya iş gücünü kaybettiği
zaman çocukları tarafından bakılmasıdır. Çocuk sayısının artması güvenceyi
arttırdığından aileler çok çocuk ister. Sosyal güvenliğin hükümetler tarafından
sağlandığı durumlarda, ana ve babanın bu gereksinmeleri ortadan kalkar, aileler de
doğurganlık davranışlarını değiştirirler.
İnsani amaçlarla çocuk
işçi çalıştırılmasını yasaklayıcı bir politika gütme de doğurganlığı
azaltır. Bunun nedeni, çocuğun aile ekonomisine katkıda bulunmaması, tüketimin
artmasına neden olması ve çalışma yaşına gelince ana ve babasından ayrılarak
kendi ailesini kurmasıdır.
Kadınların erkeklerle
eşit haklara sahip olması politikasının benimsendiği ve başarı ile uygulandığı
ülkelerde de doğurganlığın azaldığı görülmektedir.
Yukarıda belirtilen üç
politikanın uygulanmasını en başarıyla gerçekleştiren ülkeler, sosyalist
ülkelerdir. Bu ülkelerde diğer ülkelere kıyasla, doğurganlığın düşük oluşunda
bu politikaların önemli rolü vardır. Gelişmiş batı ülkelerinde de durum aşağı
yukarı sosyalist ülkeler gibidir.
Doğurganlığı teşvik
edici bir politika gütme zorunluluğu duyan, insan haklarına ve sosyal güvenlik
ilkelerine saygılı, halkına istedikleri hizmeti vermeyi görev bilen ülkeler
özendirici tedbir olarak vergi muafiyeti ve doğum yapanlara yardım politikaları
gütmektedir. Ancak gözlemler bu tedbirlerin sosyal güvenlik, çocuk işçi
kullandırmama gibi politikalar yanında etkisinin sınırlı olduğunu göstermektedir.
4.Nüfus Politikaları Ve
Hukuk
Her politikanın
uygulanmasında olduğu gibi nüfus politikalarının uygulanması da ancak bu
politikaların yazılı kurallara bağlanması ve bu kuralların uygulanmasını kontrol
için gerekli önlemlerin alınmasıyla mümkün olur. Hukuk, devletin yaptırıma
bağladığı sosyal düzen kuralları olduğuna göre, hukukun rolü olmadan yukarıda
değindiğimiz politikaları başarıyla uygulamak olanaksızdır.
Hukuk kuralları toplumun
tutum ve davranışlarından kökünü alan veya belirgin bir ihtiyacı karşılayacak
kurallar olabileceği gibi, devletin, toplumun tutum ve davranışını belirli bir yöne
yöneltme amacıyla konmuş kurallar da olabilir. Birinci şekilde kuralların, toplumun
da baskısıyla, başarılı bir biçimde uygulanması olanaklıdır. İkinci şekilde ise
kuralların uygulanmasında büyük güçlüklerle karşılaşılabilir. Bu bakımdan
nüfus politikalarından sosyal güvenlik gibi toplumun ihtiyacını karşılayan
politikalar başarıyla uygulanmakta, buna karşın doğrudan doğurganlığı etkileyen
politikaların uygulanmasında güçlüklerle karşılaşılmakta veya istenmeyen
sonuçlar alınmaktadır. Karşılaşılan güçlüklerin üç temel nedeni vardır.
Bunlar politikanın halkın tutum ve davranışına ters düşmesi, politikayı
uygulayacak yönetimin yetersizliği ve demokratik ülkelerde iktidara gelen her
hükümetin kural ve yaptırımlara bağlanan politikaları uygulamakta aynı derecede
istekli olmamasıdır.
Bu üç nedeni birer
örnekle açıklayalım. Hindistan yirmi yıldan beri antinatalist bir politika güder. Ve
bu politikayı uygulamak için çabalar. Buna karşın bu ülkede doğurganlık önemli
bir ölçüde azalmamıştır. Bunun nedeni bir yandan halkın doğurganlığı azaltmak
istememesi, bir yandan da yönetimin nüfus planlaması hizmetlerini halka gerektiği
düzeyde ulaştıramamasıdır. Bir diğer örnek Romanya’dan. 1967 yılında,
doğurganlığın çok düşmesi üzerine, çocuk düşürmeyi ve gebeliği önleyici
ilaç ve araçların satışını yasaklamıştır. Buna rağmen doğurganlıkta önemli
bir artış olmamıştır. Politikaların uygulanmasında hükümetlerin tutumlarının
etkisine örnek olarak da ülkemiz gösterilebilir. Türkiye’de aşırı
doğurganlığın kontrolunun gerekli olduğu Büyük Millet Meclisinde büyük
tartışmalar sonunda kabul edilmiş ve 1965 yılında yayınlanan “Nüfus Planlaması
Hakkındaki Kanun” bunu hükme bağlamıştır. Ancak 1965’den bu yana hükümetler ne
bu kanunu yürürlükten kaldırmış, ne de başarıyla uygulamak için gerekli
tedbirleri almıştır. Buna karşın halk fazla çocuk istemediği için kendi
olanaklarıyla aşırı doğurganlığı kontrol etmekte ve doğum hızı düşmektedir.
1968’de binde 40 olan doğum hızı, 1973’de binde 32 olmuştur. Bu gözlem de
doğurganlık sorununda hükümetlerden çok, halkın tutumunun önemli olduğunun
kanıtıdır.
* Ekonomi ve Hukuk
Kongresi Zabıtları, Türkiye Barolar Birliği Yayını, 1975
* (*) Bu yazıda
politika kelimesi sadece siyaset anlamına değil, İngilizce “policy” kelimesinde
olduğu gibi geniş anlamda kullanılmıştır. Politika sözcüğü bu biçimde
kullanılınca “Bir hizmetin yürütülmesinde alınacak icra kararlarına yön veren
ilke kararı” anlamını da içerir.
|