PROF. DR. NUSRET FİŞEK'İN KİTAPLAŞMAMIŞ YAZILARI - II
Ana-Çocuk Sağlığı, Nüfus Sorunları ve Aile Planlaması

 

EkonomİK KalkInma, Nüfus Ve Hukuk*

      1.Giriş:

      Ekonomik kalkınmada hukukun yerini incelerken analitik bir yaklaşımla ekonomik kalkınmayı, daha doğru bir deyimle ekonomik kalkınma hızını etkileyen değişkenleri belirlemek ve hukuk kurallarının bu değişkenler üzerindeki etkisini incelemek yerinde olur. Bu yazıda, bu yaklaşım esas alınarak ekonomik kalkınma hızını etkileyen etkenlerden biri olan nüfus ele alınacak ve nüfusla ekonomik kalkınma arasındaki ilişki saptandıktan sonra, nüfusun nicelik ve niteliğini etkileyen politikalar ve bu politikaların uygulanmasında hukukun rolü üzerinde durulacaktır.

      2.Ekonomik Kalkınma Ve Nüfus:

      Bu yazının amacı ekonomik kalkınma ile nüfus arasındaki ilişkiyi her yönüyle incelemek değildir. Bu nedenle bu ilişkiyi gösteren örnekler vermekle yetinilecektir ve özellikle nüfusla ekonomik kalkınmanın en önemli değişkeni olan üretim arasındaki ilişki üzerinde durulacaktır. Üretimi etkileyen üç değişken emek, sermaye ve doğal kaynaklardır. Her ülkede doğal kaynaklar sabittir. Bu kaynaklardan yararlanma da teknoloji değişmediği sürece değişmez. Teknolojik gelişimi de, diğer faktörler yanında nüfusun niceliğinden çok niteliği etkiler. Nüfusun niteliğini etkileyen bağımsız değişken ise hizmet üretimi, özellikle eğitimdir.

      Emek faktörüne gelince, bunun da nicel ve nitel yönleri vardır. Nitel gelişme, yukarıda değinildiği gibi hizmet üretimindeki gelişmelere bağlıdır. Nicel yönden sorun ele alındığında çeşitli sektörlerin bugün ve gelecekte insangücü ihtiyacı olup olmadığı incelenmelidir. Şimdi ülkemizi örnek olarak alalım ve sorunu inceleyelim. Türkiye’de üretimi arttırmak için nüfusa, daha doğru bir deyimle daha fazla insangücüne ihtiyaç var mı? Önce tarım sektörünü ele alalım. Ülkemizde tarımsal üretimi arttırmak için karşılaşılan dar boğaz sulama, gübreleme ve makineleşme açığıdır. Bu alanda insangücü açığı değil fazlası vardır. Amerika Birleşik Devletleri’nde 100 hektarda 4 çiftçi çalışır. Ülkemizde aynı alanda 25 çiftçi çalıştığı gözönüne alınırsa ne bugün ne de gelecekte, bu sektörde emeğin bir sorun olmadığı ve olmayacağı ortaya çıkar.

      Sanayi sektörüne gelince; nüfus artış hızımıza, milyonlarca açık ve gizli işsize ve dış ülkelere giden işçi sayısına bakarak; bugün ve yakın gelecekte sanayi sektöründe emek sorununun nicel olamayacağı yargısına varırız. Sanayi sektörünün emek sorunu nitelikli işçi açığıdır ki, bunun karşılanması da, özellikle, eğitimin gelişmesine bağlıdır.

      Hizmet sektöründe de durum aynıdır. Bilinen bir gerçektir ki, nüfus sayısıyla eğitim ve diğer bütün hizmet sektörleri arasındaki ilişki negatiftir. Kaynaklar sabit ise, hizmet görülen nüfus arttıkça, hizmet kalitesi düşer. Bu duruma göre aşırı nüfus artışının Türkiye’de ve koşulları Türkiye’ye benzeyen ülkelerde ekonomik kalkınma için gereksiz olduğu ve nüfusun niteliğini olumsuz etkilediği için zararlı olduğu yargısına varabiliriz.

      Sermaye birikimine gelince, fazla nüfusun burada da olumsuz etkisi vardır. Yine ülkemizi örnek alalım. 1973 yılında gayri safi milli hasıla 300 milyar lira civarında idi. Bu gelirin yüzde 69’u halk (209 milyar lira), yüzde 12’si kamu kuruluşları (37 milyar lira) tarafından tüketilmiştir. Şimdi 1927’den bu yana nüfus artış hızımıza bakalım. 1927-1945 yılları arasında ortalama nüfus artış hızı binde 17,8 idi. İkinci Dünya Savaşından sonra sağlık hizmetlerinde daha başarılı olmamızın sonucu olarak ölümler azalmış, buna karşın doğurganlık değişmediğinden, nüfusumuz hızla artmaya başlamıştır. 1945-1973 arasında ülkemizde de doğurganlık, batı ülkelerinde 19.yüzyılda olduğu gibi, ölümlerin azalmasına paralel olarak azalsa ve nüfus artış hızı binde 17,8 dolaylarında kalsa idi, 1973’de nüfusumuzun 38 milyon değil, 30 milyon olurdu. Şimdi nüfusun üretim için gerekli sermaye birikimine etkisini belirtebilmek için bir varsayım yapalım. Varsayalım ki, ülkemizde 1945’den sonra nüfus artış hızı değişmedi, 1973’de kişi başına tüketim ve kamu tüketimi bugünkü düzeyi korudu. Bu duruma göre toplam tüketim 242 milyar lira değil, 212 milyar lira olur ve yatırım harcaması yüzde 68 bir fazlalık ile 90 milyar liraya ulaşırdı.

      Ekonomik kalkınma ile nüfus arasındaki ilişkiden söz ederken şunu da belirtmek gerekir ki, ekonomik kalkınma ile nüfus arasında etkileşim var demek, nüfus faktörünün tek etken, bağımsız etken, veya en önemli etken olduğu anlamına gelmez ve gelmemelidir de. Gerçekten nüfus etkeni, ekonomik kalkınmada ne tek etkendir ve ne de en önemlisidir. Sadece ve özellikle aşırı doğurgan olan az gelişmiş ülkelerde, ekonomik kalkınma hızını etkileyen etkenlerden biridir. Bu noktanın belirtilmesinin nedeni bazı fanatik pronatalist’lerin ve teorik modellere gereğinden fazla önem verenlerin antinatalist politika uygulamalarının amaçlarından olan nüfus planlaması programlarını zayıflatmak için “Nüfus planlaması ile sosyo-ekonomik kalkınma olmaz” veya “Doğurganlık, sosyo-ekonomik kalkınmaya bağımlı olarak azalır. Nüfus planlaması programları ile doğurganlık azaltılamaz” savlarını ısrarla öne sürmeleridir. Elbette kültürel ve ekonomik gelişmemişlik nedeniyle insangücüne ihtiyacı olan ülkelerde hükümetlerin nüfus planlama programları başarılı olamaz. Ancak yukarıda açıklandığı gibi nüfus, ekonomik kalkınma hızı üzerinde etkisi olan bir faktördür. Diğer sava gelince, aşırı doğurganlığın tek nedeninin sosyo-ekonomik gelişmemişlik olmadığını hatırlamak gerekir. Aşırı doğurgan ülkelerin bir kısmında, örneğin Türkiye’de, aşırı doğurganlığın nedeni, halkın gebeliği önleyici etkin yöntemleri bilmemesi veya çeşitli nedenlerle kullanamamasıdır.

      3.Nüfus Politikaları* :

      Nüfus politikaları dediğimiz zaman hükümetlerin bilinçli olarak nüfusun niceliği, niteliği ve dağılımını etkileyen kararlarının tümünü anlıyoruz. Bu kararların, bir başka deyimle politikanın, yürütülmesi için gerekli tedbirlerin alınması ve uygulamasını politikadan ayrı bir eylem kabul ediyoruz. Nüfus politikaları arasında, nüfusun niteliğini ve dağılımını etkileyen politikalar bu yazının kapsamına alınmayacaktır. Nüfusun niceliğini etkileyen politikalara gelince, bunlar sağlık ve doğurganlığı kontrol politikalarıdır.

      Çeşitli ülkelerin sağlık politikalarında amaç yönünden fark yoktur. Her ülke yurttaşlarına sağlık hizmetini en yüksek düzeyde götürme istek ve kararındadır. Ancak şuna da değinmek gerekir ki, bu hususta her ülke, özellikle az gelişmiş ülkeler, yeter derecede başarılı olamamakta ve bu ülkelerde sağlık hizmetinden ancak bir mutlu azınlık yararlanmakta, halk bundan yoksun kalmaktadır. Bunun nedenleri arasında kaynakların sınırlılığı, sağlık hizmetini örgütlemede akılcı bir tutum yerine gelişmiş ülkeleri taklit etme yolunu seçme ve hasta-hekim ilişkisinde liberal ekonomik düzeni sürdürme sayılabilir.

      Doğurganlığı kontrol politikasına gelince, bu politika, eğer varsa, pronatalist, antinatalist veya iki yönlü (bipolar) olabilir. Üretim ve güvenlik için insangücü ihtiyacı olan bir ülkenin pronatalist, insan gücü fazlası olan bir ülkenin antinatalist bir politika gütmesi beklenir. Ülkelerinde etnik ve bölgesel nüfus dengesini etkilemek isteyenler de iki yönlü bir politika izlerler.

      Nüfus politikalarının uygulanması bir dizi kararlara ve çeşitli politikalar arasındaki öncelik ve dengelere bağlıdır. Politikalar arası dengede ülkelerin büyük çoğunluğunun üzerinde durduğu husus, insan hakları politikası ile nüfus politikalarını bağdaştırmaktır. Zamanımızda ülkelerin büyük çoğunluğu ister pronatalist olsun, ister antinatalist olsun, kadınların istediği zaman ve istediği sayıda çocuk yapma haklarını kısıtlamayan politika gütmektedirler. Pronatalist politika güdenler amaçlarına ulaşmak için doğurganlığı özendirici tedbirler almaktadırlar. Örnek olarak aktif pronatalist politika güden bir sosyalist ülkeyi, Çekoslovakya’yı gösterebiliriz. Çekoslovakya’da doğum yapan kadınlara, işyerleri ilk yıl tam ücretle, ikinci yıl yarım ücretle izin vermektedir. Buna karşın, gebeliği önleyici yöntemleri kullanma ve çocuk aldırmayı kısıtlayıcı politika güdülmemektedir. Antinatalist politika güden ülkelerde de durum aynıdır. Bu ülkeler kadınlarının doğurganlığını kısıtlamak istemelerine rağmen zorlayıcı bir politika uygulamamakta, amaçlarına halklarını eğiterek varmak istemektedirler. Doğurganlığı kontrola büyük önem veren ve başarılı olan Çin Halk Cumhuriyeti bile evlenme yaşını 25’e çıkarmaktan başka zorlayıcı tedbir uygulamamaktadır.

      Politik karar almakta ve özellikle uygulamakta gelenekçilikle akılcılığın çarpıştığı ülkeler de vardır. Nüfus sorununda gelenekçi tutum doğurganlığı teşviktir. Bu tutum kökenini neolitik kültürün derinliklerinden alır. Tarım devrimini kovalayan binlerce yıl insanlar üretimi arttırabilmek için muhtaç oldukları enerjiyi büyük ölçüde biyolojik kaynaklardan yani insan ve hayvan gücünden sağlayabiliyorlardı. Bu nedenle fazla nüfusu olan aile ve ülke, daha kuvvetli ve daha zengin oluyordu. Bu çağda insanlar ölümleri kontrol edemediğinden insangücü kaynakları ancak doğurganlığı teşvik ve esir kullanarak geliştirilebiliyordu. 18.yüzyıldan bu yana yeni enerji kaynaklarının keşfi, teknolojik gelişmeler ve sosyal devrimler ücretin ve güvenlik için insangücünün önemini azaltmış ve bunun sonucu tutumlarını değişen koşullara göre değiştirebilen akılcı aileler ve hükümetler nüfus sorunu karşısında geleneksel davranışlarını değiştirmişlerdir. Buna karşın her toplumda düşüncelerini çağın koşullarına uyduramayanlar ve her ne pahasına olursa olsun geleneklerin kafalarına  yerleştirdiği inançlardan ayrılamayanlar da vardır. Gelenekçilikten en çok etkilenen ülkeler Latin Amerika Ülkeleridir. Katolik kilisesine çok bağımlı olan bu ülkeler gereksindikleri halde halkın doğurganlığı kısıtlayıcı tedbir almalarını kolaylaştırıcı bir politikayı benimsememektedirler.

      Şimdi doğurganlık politikalarını inceleyelim. Bunlar iki grupta incelenebilir. Birinci grupta doğurganlığı doğrudan etkileyen şu politikalar vardır: Gebeliği önleyici yöntemlerin kullanılması, çocuk aldırma, erkek ve kadının sterlizasyonu, doğurganlığı kontrol konusunda halkın eğitimi, evlenme yaşının saptanması, aile planlama hizmetinin halka sunuluşu ile ilgili politikalar.

      Çocuk sayısına karar vermeyi ailenin veya kadının hakkı saymayan ve onları aşırı doğurganlığa zorlayan ülkeler gebeliği önleyici ilaç ve araçların üretimini, ülkeye ithalini ve satışını yasaklayan bir politika güderler. Halka bu konuda bilgi verilmesini de yasaklarlar. Zamanımızda bu aşırı uygulamayı Latin Amerika ülkelerinde ve sosyalist ülkeler arasında Romanya’da görüyoruz. 1965 yılında nüfus planlaması kanunu kabul edilmeden önce ülkemizde de aynı politika güdülmekteydi.

      Çocuk düşürmeye gelince, bu bir çok ülkelerde “cinayet” sayılmakta ve yasaklanmaktadır. Buna karşılık bazı ülkelerde gebe kadına çocuğunu aldırmaya karar yetkisi tanınmaktadır. Zamanımızda ve geçmişte ülkelerin çocuk aldırma politikalarında büyük farklılıklar olduğu görülmektedir. Roma hukukunda gebeliğin kırkıncı gününden önce çocuk düşürme suç değildi. Revizyonist bir çocuk düşürme politikası gütmeyen sosyalist ülkelerde hekimler kadınların isteği üzerine çocuk düşürtme zorundadır. Bunu nedeni Lenin’in çocuk doğurmaya karar vermenin kadın hakkı olduğunu kabul etmesidir. Son yıllarda aynı eğilim batı ülkelerinde de görülmektedir. İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri, Fransa son yıllarda çocuk düşürme politikalarını değiştirerek, çocuk düşürmeyi serbest bırakmışlardır.

      Sterilizasyonda da durum aynıdır. Bazı ülkeler sterilizasyonu organ yok etme saymakta ve doğurganlığı kontrol için sterilizasyonu yasaklamaktadır. Bazı ülkelerde de, örneğin Amerika Birleşik Devletlerinde, doğurganlığı sterilizasyon ameliyatı yaptırarak önlemek serbesttir. Hindistan ve daha az gelişmiş bir çok ülkede ise hükümetler sterilizasyonu teşvik edici bir politika gütmektedir.

      Evlenme yaşının yükselmesi doğurganlığı azaltır. Ülkeler evlenme yaşı politikasını da değiştirerek doğurganlığı etkileyebilirler. Örneğin, Çin Halk Cumhuriyeti doğurganlığı sınırlayıcı çeşitli politikalar arasında 25 yaşından önce evlenmeyi de yasaklamıştır. Bu suretle kadınların doğurganlık süreleri 30 yıldan 20 yıla inmiş olmaktadır.

      Aile planlaması hizmetinin halka nasıl sunulacağı hususundaki politika da  doğurganlığı etkiler. Bu politika özellikle, Türkiye gibi, çocuk sayısını sınırlamak isteyen, buna karşın çeşitli nedenlerle etkili aile planlaması yöntemlerini kullanamayan ailelerin çoğunlukta olduğu ülkeler için önemlidir. Doğurganlıkla ilgili ikinci grup politikalar dolaylı olarak halkın tutumunu etkileyen politikalardır. Bunların en önemlileri sosyal güvenlik, çocuk işçi çalıştırma, kadın hakları, doğum yardımı ve vergileme politikalarıdır. Sosyal güvenliğin hükümetler tarafından sağlanmadığı ülkelerde ana ve baba güvenceyi çocuklarında ararlar. Bu toplumlarda gelenek ana ve babanın yaşlandığı, hastalandığı veya iş gücünü kaybettiği zaman çocukları tarafından bakılmasıdır. Çocuk sayısının artması güvenceyi arttırdığından aileler çok çocuk ister. Sosyal güvenliğin hükümetler tarafından sağlandığı durumlarda, ana ve babanın bu gereksinmeleri ortadan kalkar, aileler de doğurganlık davranışlarını değiştirirler.

      İnsani amaçlarla çocuk işçi çalıştırılmasını yasaklayıcı bir politika gütme de doğurganlığı azaltır. Bunun nedeni, çocuğun aile ekonomisine katkıda bulunmaması, tüketimin artmasına neden olması ve çalışma yaşına gelince ana ve babasından ayrılarak kendi ailesini kurmasıdır.

      Kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olması politikasının benimsendiği ve başarı ile uygulandığı ülkelerde de doğurganlığın azaldığı görülmektedir.

      Yukarıda belirtilen üç politikanın uygulanmasını en başarıyla gerçekleştiren ülkeler, sosyalist ülkelerdir. Bu ülkelerde diğer ülkelere kıyasla, doğurganlığın düşük oluşunda bu politikaların önemli rolü vardır. Gelişmiş batı ülkelerinde de durum aşağı yukarı sosyalist ülkeler gibidir.

      Doğurganlığı teşvik edici bir politika gütme zorunluluğu duyan, insan haklarına ve sosyal güvenlik ilkelerine saygılı, halkına istedikleri hizmeti vermeyi görev bilen ülkeler özendirici tedbir olarak vergi muafiyeti ve doğum yapanlara yardım politikaları gütmektedir. Ancak gözlemler bu tedbirlerin sosyal güvenlik, çocuk işçi kullandırmama gibi politikalar yanında etkisinin sınırlı olduğunu göstermektedir.

      4.Nüfus Politikaları Ve Hukuk

      Her politikanın uygulanmasında olduğu gibi nüfus politikalarının uygulanması da ancak bu politikaların yazılı kurallara bağlanması ve bu kuralların uygulanmasını kontrol için gerekli önlemlerin alınmasıyla mümkün olur. Hukuk, devletin yaptırıma bağladığı sosyal düzen kuralları olduğuna göre, hukukun rolü olmadan yukarıda değindiğimiz politikaları başarıyla uygulamak olanaksızdır.

      Hukuk kuralları toplumun tutum ve davranışlarından kökünü alan veya belirgin bir ihtiyacı karşılayacak kurallar olabileceği gibi, devletin, toplumun tutum ve davranışını belirli bir yöne yöneltme amacıyla konmuş kurallar da olabilir. Birinci şekilde kuralların, toplumun da baskısıyla, başarılı bir biçimde uygulanması olanaklıdır. İkinci şekilde ise kuralların uygulanmasında büyük güçlüklerle karşılaşılabilir. Bu bakımdan nüfus politikalarından sosyal güvenlik gibi toplumun ihtiyacını karşılayan politikalar başarıyla uygulanmakta, buna karşın doğrudan doğurganlığı etkileyen politikaların uygulanmasında güçlüklerle karşılaşılmakta veya istenmeyen sonuçlar alınmaktadır. Karşılaşılan güçlüklerin üç temel nedeni vardır. Bunlar politikanın halkın tutum ve davranışına ters düşmesi, politikayı uygulayacak yönetimin yetersizliği ve demokratik ülkelerde iktidara gelen her hükümetin kural ve yaptırımlara bağlanan politikaları uygulamakta aynı derecede istekli olmamasıdır.

      Bu üç nedeni birer örnekle açıklayalım. Hindistan yirmi yıldan beri antinatalist bir politika güder. Ve bu politikayı uygulamak için çabalar. Buna karşın bu ülkede doğurganlık önemli bir ölçüde azalmamıştır. Bunun nedeni bir yandan halkın doğurganlığı azaltmak istememesi, bir yandan da yönetimin nüfus planlaması hizmetlerini halka gerektiği düzeyde ulaştıramamasıdır. Bir diğer örnek Romanya’dan. 1967 yılında, doğurganlığın çok düşmesi üzerine, çocuk düşürmeyi ve gebeliği önleyici ilaç ve araçların satışını yasaklamıştır. Buna rağmen doğurganlıkta önemli bir artış olmamıştır. Politikaların uygulanmasında hükümetlerin tutumlarının etkisine örnek olarak da ülkemiz gösterilebilir. Türkiye’de aşırı doğurganlığın kontrolunun gerekli olduğu Büyük Millet Meclisinde büyük tartışmalar sonunda kabul edilmiş ve 1965 yılında yayınlanan “Nüfus Planlaması Hakkındaki Kanun” bunu hükme bağlamıştır. Ancak 1965’den bu yana hükümetler ne bu kanunu yürürlükten kaldırmış, ne de başarıyla uygulamak için gerekli tedbirleri almıştır. Buna karşın halk fazla çocuk istemediği için kendi olanaklarıyla aşırı doğurganlığı kontrol etmekte ve doğum hızı düşmektedir. 1968’de binde 40 olan doğum hızı, 1973’de binde 32 olmuştur. Bu gözlem de doğurganlık sorununda hükümetlerden çok, halkın tutumunun önemli olduğunun kanıtıdır.             



* Ekonomi ve Hukuk Kongresi Zabıtları, Türkiye Barolar Birliği Yayını, 1975

* (*) Bu yazıda politika kelimesi sadece siyaset anlamına değil, İngilizce “policy” kelimesinde olduğu gibi geniş anlamda kullanılmıştır. Politika sözcüğü bu biçimde kullanılınca “Bir hizmetin yürütülmesinde alınacak icra kararlarına yön veren ilke kararı” anlamını da içerir.    

 

BAŞA DÖN.....ANA SAYFA.....SAYFA BAŞI