PROF. DR. NUSRET FİŞEK'İN KİTAPLAŞMAMIŞ YAZILARI - III
Eğitim, Tıp Eğitimi, Uzmanlık, Sürekli Eğitim ve Diğer Konulardaki Yazıları

 

Nusret Fişek İle Söyleşi

1. 1940'larda Sağlık Sorunlarımız:

Zafer Öztek (Z.Ö.) - 1938 yılında tıp fakültesinden mezun oldunuz. Mezun olduğunuz yıllarda (1940'lı yıllarda) Türkiye'deki sağlık durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Nusret Fişek (N.F.) - Öğrenciliğim sırasında Türkiye'de sağlık sorunları konusunda bir eğitim gördüğümü hatırlamıyorum. 1940 yılı Ocak ayında askerlikten terhis olduktan sonra Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsünde laboratuvar asistanı olarak çalışmaya başladım. Ülkenin sağlık sorunlarıyla geniş ölçüde ilgim yoktu. Harp yılları içinde Refik Saydım Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü'nde bakteriyolog olarak çalıştım. Ondan sonra Bakanlıkta bulaşıcı hastalıklar uzmanı olarak çalıştım. Onun için Türkiye'nin sağlık sorunlarının o zaman iyice farkına vardım. Türkiye'nin o yıllarda en büyük sorunu bulaşıcı hastalık salgınları idi. Çiçek, tifüs salgını çıktı; Dizanteri ve tifo salgınları zaten olağandı. Unutulmaması lazım gelen bir diğer nokta da, sıtma salgını. Sıtma salgınları harp öncesinde bir ölçüde kontrol altına alınmış olmasına karşın, harp yıllarında sıtma çok büyük salgınlar yaptı.

Çiçek salgınında Sağlık Bakanlığına ihbar edilen vakaların sayısı onbinleri bulur. Tifüste de aynı hikaye. Yalnız belki enteresan olan nokta çiçek salgınıyla, yahut Bakanlığın tutumuyla ilgili: Niyazi Erzin, çiçek şubesi şefiydi. Mardin ve havalisinde çiçek salgını çıktığı zaman Bakanlık Niyazi'yi incelemek üzere gönderdi. O zaman Müsteşar Asım Beydi. Niyazi gitti, döndü. Asım Bey'le olan görüşmesini bana anlatmıştı. Mezarları saymış Niyazi. Kaç kişi yeni gömülmüş çiçekten diye. Yüzlerce yeni mezar bulmuş. Bakanlık salgının büyük olmadığı havasında. Asım Bey, "döndüğünde hemen beni gör", demiş. Bakana gitmeden önce Niyazi, Asım Beye gitmiş. Durumu anlatmış. "Beyefendi buraya rapor edilenden çok fazla" demiş. "Sen bunu Bakan da dahil kimseye söyleme" demiş.

Z.Ö. - Hangi yıldan bahsediyoruz?

N.F. - 1942-43 olması gerek. Türkiye'de bulaşıcı hastalıklar büyük sorun tabii. Bunun yanında diğer bir sorun, beslenme sorunuydu. Gerçekten açlık vardı. Hayvanlar da insanlar da açtı. Buna bağımlı olarak da ölümlerin artması doğaldı. Tüberküloz da bir sorundu, ama, o zamanlar diğer akut salgınların yanında tüberküloz pek konuşulmazdı bile. Yoktu sanki. Ama çok önemli ölçüdeydi. Bir hikaye vardır; Hikaye değil, olmuş vaka: Heybeliada'da bir tane tüberküloz hastanesi vardı. Hastalar yatabilmek için sıra beklerlerdi. Bir hasta için müracaat olmuş, iki sene sonra sıran geldi gel yat, diye yazmışlar. Oğlu cevap vermiş: "Babam öleli bir yıl oldu" demiş. Türkiye'de tüberküloz mücadelesi de öyleydi yani.

O yıllarda Türkiye'de demografik istatistikler, ölüm-doğum istatistikleri bilinen veriler değildi. Fakat son zamanlarda yapılan hesaplar gösteriyor ki, gerçekten harp içerisinde Türkiye'nin sağlık durumu çok bozukdu. Çünkü, bu yıllarda kaba ölüm hızı binde 35-40'a ulaştı. Bugün binde 9 dolaylarında olduğunu biliyoruz. Gerçekten sağlık yönünden harp yılları güç yıllardı. 1940'larda bugünün ana-çocuk sağlığı meselesinden söz dahi edilmezdi. Ben o yıllarda çocuk ve ana sağlığı meselesinin konuşulduğunu hatırlamıyorum. Çocuk ölümlerinin fazla olduğundan bahsedilirdi. Ama, o yıllarda sıtma mücadelesi gibi, bulaşıcı hastalık mücadelesi gibi, ana çocuk sağlığı meselesi sağlık sorunu olarak ele alınmış bile değildi.

Z.Ö. - O zamanlarda Bakanlık kadrosu nasıldı?

N.F. - Tabii, şimdiye kıyasla çok ilginç, 3-5 kişiydik desem yanlış olmaz. Müsteşardan sonra 4 genel müdürlük vardı. Sağlık İşleri Genel Müdürlüğü, İştimai Muavenet Genel Müdürlüğü (Sosyal Yardım Gen.Müd.), Sağlık Propagandası Genel Müdürlüğü, Zat İşleri Genel Müdürlüğü. Benden önce Zat İşleri Genel Müdürlüğü de yokmuş.

Z.Ö. - Göçmen işleriyle ilgilenen?

N.F. - O benden önce, Refik Saydam döneminde Yunanistan'la nüfus değişimi yapılırken olan şey. İskan Genel Müdürlüğü, müstakil genel müdürlük. Bakanlık bünyesi içinde değil. O zaman bir de Teftiş Heyeti Başkanlığı vardı. Refik Saydım Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü ayrı bir kurumdu. Hudut Sahiller Bakanlığa bağlıydı tabii. Ondan sonra Sıtma Savaş Genel Müdürlüğü de kuruldu. Sağlık İşleri Genel Müdürlüğü'nde biz 8-10 tane uzmandık. Genel Müdürden sonra bir Genel Müdür Muavini vardı. Ondan sonra bulaşıcı hastalıklar uzmanı, trahom uzmanı, zührevi hastalıklar uzmanı, hijyen uzmanı vardı.

Z.Ö. - Bunlar hep hekim mi?

N.F. - Evet, hekim.

Z.Ö. - O halde epeyce hekim varmış.

N.F. - Sağlık İşleri Genel Müdürlüğünde sade hekim vardı. Başka kimse yoktu. Bir de katipler.

Z.Ö. - Şimdi bu saydığınız kadar hekim yok.

N.F. - Neyse, kışkırtma.

Z.Ö. - Peki.

N.F. - Tabii, bunun nedenini sadece bugünün yöneticilerinde aramamak lazım. Kimsenin sağlık hizmetlerine merakı yok. İlgi çekmiyor hekimler için. Çekici değil. Şunu belirtmek lazım: Benim zamanımda gerçekten çok değerli uzmanlar ve genel müdürler vardı. Refik Saydam'ın koruyucu hekimliği geliştirmek için uyguladığı personel politikası örnek alınacak bir politikadır. Bugünkü deyimiyle "sözleşmeli personel" istihdamı gibi düşünebileceğimiz ücretle istihdam diye bir sistem getirmiştir sağlık teşkilatına. Ve o zamanın geliriyle kıyaslandığı zaman çok yüksek aylıklar vererek iyi hekimleri koruyucu hekimlik alanına çekip çalıştırmıştır. Bunun en ilginç hikayesini ben Nuri Fehmi'den dinledim. Nuri Fehmi çok tanınmış bir göz hastalıkları uzmanı idi. Türkiye'de Güneydoğu'da trahom mücadelesini kuran adamdır. "Bir gün Refik Bey beni çağırdı" diyor. "Nuri seni Gaziantep'e göndereceğim. Orada trahom mücadelesini örgütle", demiş. "İstanbul'da yaşamım ve kazancım iyi. Mırın-kırın ettim" diyor. "Buraya git sana 750 Tl. Maaş vereceğim", demiş. O zaman sustum. Çünkü, milletvekilleri 250 Tl. Maaş alıyor. 750 Tl. Aylık büyük para" diyor.

Ve genç hekimleri sıtma savaşına çekebilmek için fakülteden çıktıkları zaman verdiği maaş, vali maaşının çok üstünde. O zamanlar genel idareciler saygılıydı. Herhalde daha fazla para aldıklarından şikayet etmezlerdi.

Z.Ö. - Efendim, Atatürk'ün pek çok konuda sözü var da sağlık konusunda bildiğimiz , kayıtlara geçmiş pek sözü yok. Hatta "Beni Türk hekimlerine emanet ediniz" sözünün dahi ona ait olmadığına dair yayınlar okuyoruz. Acaba burada şunu düşünebilir miyiz?: Atatürk sağlık hizmetlerini tamamen Refik Saydam'a bırakmıştı. Ona güveniyordu ve sağlık hizmetleri ile çok yakından ilgilenmedi. Çünkü Refik Saydam gibi bir kişi bu hizmetlere sahipti. Böyle yorumlayabilir miyiz?

N.F. - Atatürk'ün sağlık sorunlarıyla ilgilenmediğini düşünmek pek olası değil. Harp gören komutanların hepsi sağlıkla çok yakından ilgilidirler. Orduda biliyorsunuz emir-komuta zinciri önemlidir. Bunun bir tek istisnası vardır: Hekimler. Bir Alay Başhekimi, Alay Komutanına sormadan Tümen Başhekimine yazı yazar. Tümen Başhekimi, Alay Komutanına sormadan doktoruyla sağlık meselelerini konuşur. Askerlerin sağlığı için böyle bir istisna yapılması yüksek komuta mevkinin bu işe verdiği önemi gösterir. Benim hissettiğim kadar da, bu durum askerler arasında kıskançlıklara neden olur. Doktorların sevilmemesinin birinci nedeni bu olsa gerek. Rütbesi küçük olduğu halde rütbesi büyük olanlar doktordan çekinmek, ona saygı göstermek mecburiyetinde olduklarını hissederler; Bunlar da onlara hoş gelmez. Bunun için Atatürk'ün sağlık meselesine önem vermediğini kabul etmek mümkün değil. İkincisi de Refik Saydam, eğer Atatürk ve İsmet İnönü'nün desteği olmasaydı, hekimler için böyle bir politikayı yürütemezdi. Bu büyük desteği olduğunu gösterir.

2. Hıfzıssıhha Okulu ve Halk Sağlığı Uzmanlığı:

Z.Ö. Efendim, isterseniz sizin hizmetlerinize gelelim. Çalıştığınız yer Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü. Bakteriyoloji Asistanı olarak. Bu Kurumun öneminden, sizin döneminizdeki hizmetlerden, gelişmelerden söz eder misiniz? Ona bağlı olarak bir de Hıfzıssıhha Okulu'nun durumu.

N.F. - Refik Saydam koruyucu sağlık hizmetlerinde laboratuvarın önemini değerlendirdiği için çalışmaları arasına koyduğu hususlardan birisi de bulaşıcı hastalık mücadelesi için bir laboratuvar kurulması idi. İlaç meselesiyle ilgili işleri, aşı serum imali için laboratuvarlar kurulmasını planladığı anlaşılıyor. Doğru olarak Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü adı Refik Bey öldükten sonra konuldu. Eskiden adı Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü idi. Bu Enstitünün kurulabilmesi için de yabancı uzmanlar getirdi. Ben asistan olduğum zaman Enstitünün müdürü Prof.Gochy idi. Tanınmış bakteriyologdu ve El Tor tipli koleranın bir tipini bulan adamdır.

Serum ve aşı kontrol şubesi şefi Beher'di. Avusturyalı bir bakteriyologdu. Farmakoloji Şubesi derdik, (İlaç Kontrol şubesi oldu sonradan) müdürü Playkant'dı. Bir  Alman profesördü. Sonradan, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde farmakoloji profesörü oldu. Türkiye'de o dönemde herşey yoktan var edildiği için laboratuvar hizmetleri için de bir Refik Saydam Merkez Hıfzıssıhha Ensitüsü kuruldu. O sırada Rockfeller Vakfı da bütün dünyada hıfzıssıhha okullarının kurulmasını destekliyordu. Bu vakıf, Londra'daki School of Tpropical Hygien'in kurulmasını, Zagrep'teki okulu desteklemiştir. Bu arada Refik Bey'e geliyorlar ve Hıfzıssıhha Okulu'nun ve Hıfzıssıhha Ensitüsü'nün kurulmasını desteklemeyi öneriyorlar. Hâlâ içeride duruyorsa eğer, heykelli binanın duvarında "Buranın techizi için Rockfeller Vakfı 80.000 Dolar hediye etmiştir" diye yazar. Bu teşvikle Merkez Hıfzıssıhha Müessesesi içinde Enstitüden ayrı bir de Hıfzıssıhha Okulu kuruldu. Hıfzıssıhha Okulu'nun ilk müdürü Amerikalı Dr.Collins'dir. Bir de ayrıca çevre sağlığı uzmanı varmış. Hatırlamıyorum. Ben Hıfzıssıhha Ensitüsüne geldiğim zaman Collins gitmişti. Harpten önce gitmiş. Dr.Mahmut Sabit Akalın Hıfzıssıhha Okulu Müdürü idi. Dr.Talat Vasfi Öz orada çalışan bakteriyologdu. Kadri Olcay vardı uzman olarak. Ama bunlar sadece vardı. Okulda bir faaliyet olduğunu bilmiyorum. Yalnız Talat Bey bakteriyolog olduğu için, bakteriyolojik araştırmalar yapardı. Eğitim faaliyeti yoktu benim bildiğim kadar. Olsaydı bilirdim.

Evet, Hıfzıssıhha Enstitüsünde ben bakteriyoloji şubesindeydim. Bakteriyoloji şubesinde şube müdürü Vefik Vasaf'tı. İki uzman daha vardı. Tahsin Bey ile İsmail Bey. Sonra Tahsin Bey müdür oldu. Oldukça sonra. Aşı-serum şubesinde 6-7 kadar uzman vardı. Hepsi hekimdi. Hekim olmayan bir kişi vardı. Çok değerli bir arkadaşımızdı. Veteriner Dr.Sait Bey. O zamanlar bakteriyoloji hekimler tarafından yeğlenen bir hizmetti. Burada da maaş politikasının önemini kabul etmek lazım. Refik Saydam'daki uzmanlar da oldukça yüksek ücret alırlardı. Örneğin ben asistan iken, 100 Tl. maaş alırdım. Diğer hekimlerin maaşı 60 Tl. İdi.

Z.Ö. - Sınıf arkadaşlarınızın mı?

N.F. - Tabii. Ve asistanların da. Uzman olduğumda 140 Tl. oldu. Son zamanlarına yetiştik. Sistem değişmeseydi maaşımın 300 Tl.'ye çıkması lazımdı. Bu büyük para! Babam 35-40 senelik general iken 400 Tl. maaşı vardı.

Z.Ö. - Siz, bir de Tıp Fakültesini derece ile bitirdiniz. Sanıyorum o yıllarda derece ile bitirenler mikrobiyoloji gibi dallara öncelikle girerlerdi.

N.F. - Yok, öncelikle kliniğe verirlerdi. Nedense bizim mezun olduğumuz yıl daha ziyade laboratuvarlara verdiler. Beni bakteriyolojiye verdiler. Bizim sınıfta kaçıncı olduğumu şimdi hatırlamıyorum. Velicangil'i bakteriyolojiye verdiler, İstanbul Üniversitesine. Pars'ı patolojiye verdiler.

Z.Ö. - Pars kimdi?

N.F. - O bizim sınıfta dördüncü olmuştu. İstanbul Tıp Fakültesi Patoloji Profesörüydü. Emekli oldu şimdi. Yani bizim sınıfta kliniğe karşı kısmık davrandılar. Bizden sonra yine kliniğe verdiler.

Z.Ö. - O yıllarda Hıfzıssıhha Okulu çalışmaları nasıldı?

N.F. - Yoktu. Yani ben Hıfzıssıhha Okulunun doğru dürüst çalıştığını hatırlamıyorum.

Z.Ö. - Peki Hıfzıssıhha Okulu'nun doğru dürüst çalıştığını ilk hatırladığınız zaman ne zaman?

N.F. - 1958'de Hıfzıssıhha Okulu Müdürü olduğumda dosyaları karıştırdık. Ne yapılmış bu okulda diye. Hatta bir arkadaşım Hıfzıssıhha Okulu'nun tarihçesini de yazdı. Dr.Sadık Gören. Veterinerdi O da. Refik Saydam'ın Okulun açılışında verdiği nutku da bulduk. Kitapta yayınlandı. Harp öncesinde kısa kurslar yapmışlar. Uzman yetiştirme programları da var. Ve o program gereğince Cemal Or ABD'ye gönderilmiş. Cemal Kiper ABD'ye gönderilmiş. Bir ara Cemal Kiper'in de Hıfzıssıhha Okulunda çalıştığını hatırlıyorum. Bakanlıkta da çalıştı. Cemal Or, biliyorsunuz Etimesgut bölgesini geliştiren arkadaşımızdır. Ve gerçekten o zaman örnek kırsal bölge yapmıştır. Atatürk'ten bahsetmiştik. Atatürk'ün gezdiği tek kurum Etimesgut'tur ve orada deftere Cemal'i öven yazılar yazmıştır. Övgüye de değer.

Z.Ö. - Efendim kronolojik olarak bazı yılları atlıyoruz ama, 1958'e gelelim. Sizin zamanınızda Hıfzıssıhha Okulundaki gelişmeler içinde halk sağlığı uzmanlığının Türkiye'deki başlangıcı nasıl oldu.

N.F. - Ben Halk Sağlığı eğitimi ile uzun zaman ilgilenmedim. Benim bu konudaki klasik eğitimim ABD'de. Biliyorsunuz tıp bilimlerinde felsefe doktorası eğitimi yaptım. Harward Üniversitesinde doktora bir ana dalda yapılır. Benim ana dalım mikrobiyoloji idi. En azından iki yan dalda da uzmanlık eğitimi görülmesi lazım. Yan dalları olarak da biyokimya ile biyoistatistiği seçtim. Aldığım kurslar içerisinde biyoistatistik ile beraber epidemiyoloji de vardı. ABD'de eğitime gönderiliş amacım, aşı-serum konusunda görgü ve bilgi kazanmaktı. Bu konuda görgü ve bilgiyi geniş anlamda kazanabilmek için bakteri fizyolojisi ve kimyası bilmem yanında toplum içerisindeki araştırma ve çalışmalar için epidemiyoloji ve bioistatistiğin bilinmesi de lazımdı. Onun için programımı böyle yaptım. Bu benim formal eğitimim. Laboratuvar araştırıcısı idim. 1958'e kadar. Fena araştırmacı da sayılmam.

Bir gün telefon ettiler. "Bakan Lütfi Kırdar seni istiyor", dediler. Pek olağan birşey değil. Ben "Kontrol Şubesi" şefiydim. "Aşı Serum ve Antibiyotik Kontrol Şubesi" şefiydim. Gittim. "Nusret Bey, seni Hıfzıssıhha Okulu Müdürü yaptım. Bu Okulun geliştirilmesi lazım", dedi. "Teşekkür ederim Sayın Bakan, ama fazla ilgi duyulan bir alan değil" dedim. "Yok", dedi. "Ne yapılması gerektiğini düşün", dedi. "Arzettim", dedim. Yani bu görevi istemediğimi. Aslında Hıfzıssıhha Okulunun Müdürlüğü o zaman Bakanlığın 4 önemli görevinden birisiydi. 100 Tl. asli maaş. Biliyorsunuz bürokraside maaş derecesi önemlidir. 100 Tl. Asli maaşlı olarak Bakanlıkta bir Müsteşar vardı, bir Teftiş Kurulu Başkanı vardı, bir Hıfzıssıhha Enstitüsü Müdürü bir de Hıfzıssıhha Okulu Müdürü vardı. Bakanlığın 4 büyük kadrosundan biri oluyor. Yani bir bürokratın bekleyeceği en büyük terfi. Ama beni pek ikna eden bir iş değildi. Neyse, ben Bakanı atlattığımı düşünerek memnun döndüm. 2-3 gün sonra tekrar çağırdı. Gittim. "Ne düşündün?" dedi. Anlattım. "Arz etmiştim", dedim "istemediğimi."  "Ben sana isteyip istemediğini sormadım", dedi. "Yapılması için ne lazım?" dedi. Bu suretle anladım ki, bizim atanma oldu bitti. "Efendim burası bir araştırma enstitüsü olarak geliştirilmeli ve eğitim buranın yan ürünü olmalı. Ancak bu şekilde bu müessese canlanabilir. Eskiden yapıldığı gibi sadece sağlık müdürlerine, hükümet tabiplerine, sıtma savaş personeline, 2-3 ay kurs vermekle görevli olursa burası gelişmez", dedim. "Buranın bir de kadrosunu geliştirmek lazım."dedim.Çünkü ben atandığım o günlerde benden başka kimse yok. Bir bina bir ben. Yani o vaziyetteydi Okul.

Bakan, "Peki", dedi. "Sen planını, programını yap, herşeyi desteklerim", dedi. "Yalnız", dedim. "İzin verirseniz Avrupadaki okulları göreyim, Oradaki kişilerle konuşayım", dedim. "Olur", dedi ve bana Dünya Sağlık Teşkilatından 2 aylık bir burs verdiler. İki ay Avrupa'da çeşitli okulları gezdim. Londra'ya gittim. Orada daha uzun kaldım. Paris'teki okulu gördüm. Hamburg'a gittim. Alman'ların okulunu gördüm. Göteburg'a gittim. İsveç'lerin okulunu, İskadinav okulunu gördüm. Zagrep'e gittim. Kopenhang'a gittim. Adamlarla konuştum ve gelince dedim ki, "öğretim üyesi yetiştirmek için sekiz aylık bir kurs açalım. Batıdaki gibi klasik bir kurs yapalım." Yaptık. Aralarından seçeceğim iyi öğrencileri de Dünya Sağlık Teşkilatı ile bir anlaşma yapıp, (onlar hazır bu işe) Londra'ya gönderelim, halk sağlığı diploması alsınlar ve ondan sonra çeşitli dallarda uzmanlaşsınlar", dedim. "Peki", dedi ve hakikaten Dünya Sağlık Teşkilatı ile bir anlaşma imzalandı. Bize ders vermek üzere kısa süre ile gelen uzmanları finans ettiler. Londra Hıfzıssıhha Okulundan, benim müdürlük yaptığım 3-5 sene içerisinde en az 6-7 kişi geldi ders vermek üzere. Bizim Hıfzıssıhha Okulundan da 15-20 kişi Londra Hıfzıssıhha Okulunda doktora yapmak üzere gitti. Bir kişiyi Harward'a gönderdik. O da Türkiye'ye dönmedi ABD de kaldı.

Z.Ö. - Kimdi o?

N.F. - Vedat. Gidenlerin çoğu başarıyla tamamladılar ve geldiler. Fakat önemli olan nokta, ileride bu iş tekrar ele alınacak, onun için söylüyorum, hiç birisi Hıfzıssıhha Okulunda kalmadı. Bu programdan yararlanarak gidenlerin bir kısmı üniversiteye döndü, Orhan Köksal, Nevres Baykan, Rahmi Dirican, Özdemir Gülesen, Cahit Erkan, Yaşar Heperkan. Üniversiteye geçenler aşağı yukarı bunlar. Belki başkaları da vardır. Üniversiteye geçmeyenler de dağıldılar. Klinik dallara geçtiler. Başka dallara geçtiler. Yani kimse Hıfzıssıhha Okulunda kalmadı. Biliyorsunuz, iki sene kaldım Hıfzıssıhha Okulu Müdürlüğünde, sonra Müsteşar oldum. Yalnız Müsteşar olduğum zaman da Hıfzıssıhha Okuluna müdür atanmadı. Sadık Bey müdür vekilliği yapardı. Ben de Hıfzıssıhha Okulunu desteklerdim. O zaman araştırma müessesesi olabilmek için bir araştırma merkezi kurmayı da düşündüm ve Devlet Planlamayı inşaat için ikna ettim. Hıfzıssıhha Okulu'nun yanındaki binayı yaptırdım. O binada dispanser olacaktı. O binada ana çocuk sağlığı merkezi ve iş hekimliği merkezleri kurulacaktı. Bu gerçekleşmedi. Çünkü, bina bitti ben de görevden alındım. Benden sonra gelen Müsteşarın bu işi  anlaması tabii mümkün değildi. Üzülerek söylemek zorundayım. Bu işte, Allah rahmet eylesin, çok değerli arkadaşımız Muzaffer Akyol'un da olumsuz müdahalesi olmuştur. Müsteşar ile arkadaştılar. Sınıf arkadaşı. Müsteşara, "Dünyanın hiçbir Hıfzıssıhha Okulunda böyle uygulama yeri yoktur, gereksizdir", demiş ve Bakanlık orayı o şekilde geliştirmekten vazgeçti. Bina uzun süre boş kaldı.

Z.Ö. - Ne tür araştırmalar düşünülerek açıldı?

N.F. - Benim düşündüğüm Etimesgut gibi; Yani rutin hizmet yapan bir yer. Çünkü, batıda Hıfzıssıhha Okullarına gelen adamlar halk sağlığı hizmetinde pişmiş olan adamlardır. Yani, orada bir ana-çocuk sağlığı profesörü olabilmek için ana-çocuk sağlığı alanında zaten tecrübe kazanmış ve orada iken bilim adamı olduğunu, göstermiş olması gerekir. Onu seçiyorlar getiriyorlar. Biz öyle yapmıyoruz ki. Biz bir doktoru çağırıyoruz: "Kardeşim gel sen bilim uzmanlığı derecesi al bu dalda", diyoruz. "Hadi sen gel buraya profesör ol", diyoruz. Ana sağlığı profesörüne mi ihtiyaç var. Gel sen buraya ana sağlığı profesörü ol diyoruz. Adamın ana sağlığı üzerinde saha tecrübesi yok ki. Neyin araştırmasını yapacak. Benim o binada düşündüğüm Etimesgut modeliydi. Etimesgutu da aynı düşünceyle geliştirdim. (Haa.. bak, ana sağlığı dedim de Mustafa Eminoğlu İzmir'de nisaiye profesörüdür. Bu programda yetişenlerdendir).

Z.Ö. - O halde efendim, halk sağlığı uzmanlarının başlangıcını bu kurslara bağlıyoruz?

N.F. - Tabii, tabii. O zaman halk sağlığı uzmanlığı değildi. Uzmanlık tüzüğünde halk sağlığı uzmanlığı yoktu. Onu da söyledim ve tüzüğe koydurdum. Ben Müsteşar iken kondu ve o suretle hiç olmazsa bir statü kazandı halk sağlığı uzmanları.

Ülkede Hıfzıssıhha Okulu'nun gelişmemesinin iki nedeni vardır: Birincisi, bu dal hekimler için mali yönden çekici değildir. İkincisi, ben genel idarecilerden hoşlanmam. Niçin hoşlanmam. Çünkü, genel idarecilerin, doktora karşı tutumları, doktorun layık olduğu derecede saygılı değildir. Bu da doktor için önemlidir. Kendi işine hakim olup, çok daha fazla para kazanmak mümkünken, bir tane kendini bilmez idarecinin ağzının kokusunu çekmeye, o maaşla katlanmaz doğrusu. Gelişmemesinin sebeplerinden ikincisi de politikacıların ve bürokrasinin tutumudur.

Hıfzıssıhha Okulu'nda araştırma merkezi olmalıdır diye işe başlamama kadar, Sağlık Bakanlığı'nda hiçbir Genel Müdürlüğün araştırma ve istatistiklerle ilgilendiğini hatırlamıyorum. Ne zaman ki, Hıfzıssıhha Okulunda araştırma başladı, her genel müdür kendisine bir araştırma şubesi kurdu, fakat, genel müdürlükler bu işten hiç hoşlanmadılar. Çünkü Hıfzıssıhha Okulunda böyle araştırmalar başlattığım zaman, genel müdürlüklerin sayısal olarak hesapları dökülecekti. Bana öyle geliyor ki, genel müdürlükler bu işi kendi ellerinde tutmaya ve bu işin de kredisini kendilerine almaya çalışıyorlardı. Ve Hıfzıssıhha Okulu, Bakanlık bürokratları tarafından hiç iyi karşılanmadı. Bu da zannediyorum, bir çok arkadaşın Hıfzıssıhha Okulundan kaçma nedeni oldu. Bir bilim adamı düzeyine gelen kişi muhakkak ki saygı bekler ve daha çok saygı gördüğü yere kaçar. O zamanlar üniversitede  insanlar bugünkü gibi değillerdi. Daha kişiliklerine sahiptiler. Bugün üniversitenin sıkıntısı da budur. Yani, üniversiteden kaçanların bir kısmı bu sıkıntıdan kaçıyorlar.

3. Aile Planlaması Hizmetleri:

Z.Ö. - Efendim, sizin hizmet süreniz içinde bir hayli yenilik oldu Türkiye'de. Sosyalleştirme bunlardan biri, aile planlaması hizmetleri bunlardan bir değeri. Sosyalleştirmeyi en sona saklamak istiyorum. Şimdi sözü ben aile planlamasına getireyim. Türkiye'de aile planlaması hizmetleri nasıl başladı? Sizin zamanınızdaki çalışmalar neydi? Yasa nasıl çıktı? Bu konudaki perde arkası neydi? Meclisteki olaylar? Kimler karşı çıktı? Kimler olumlu davrandı?

N.F. - Oldukça uzun bir hikaye benim nüfus meselesi ile ilgilenmem. Cumhuriyet Gazetesi'nde Fakir Baykurt'un bir yazısı çıkmıştı. Yıl 1958. Ben Hıfzıssıhha Okulu Müdürüydüm. Yazının adı: "Aşırı doğurganlık". Aşırı doğurganlığın halk üzerindeki, köylü üzerindeki baskısını dile getiriyor ve aşırı doğurganlığa bağlı olarak ve çocuk düşürmeye bağlı kadın ölümlerinden söz ediyordu. Çok etkilendim yazıdan. İlk  senesiydi Hıfzıssıhha Okuluna kursa gelenlerin. Gelenler hükümet tabibi kadrosu ile izinli olarak gelmişlerdi. Gidecekler, tekrar geleceklerdi. "Yazın, gittiğiniz zaman küçük bir araştırma yapın", dedim. "Epidemiyolojik ve kısa anketli bir araştırma". Anketi yaptık, hazırladık ve gittiler. Anketleri doldurup getirdiler. Çocuk ve ana ölümlerini toplayacak bir anketti. Yayınlandı da. Gördüm ki, hakikaten ana ölümleri korkunç yüksek. Aklıma takıldı sorun. 1960 senesinde Müsteşar olduğumda Bakanlıkta Ana Çocuk Sağlığı Şubesi Müdürü Fethi Altıntug'du. Fethi'ye, "yahu" dedim, "Ana ölümleri yüksek, aşırı doğurganlık büyük bir sorun. Bu işle hiç ilgilenmediniz mi?" "Efendim", dedi, "1958 senesinde Zekai Tahir Bey'in Bakanlığa yazdığı bir yazısı vardır. Çocuk düşürme ve bunlara bağlı ana ölümleri artıyor, gebeliği önleyici ilaç ve araçların satılması ve eğitim yapılmasını yasaklayan yasa maddeleri değiştirilmelidir ve kadınlara bu hususta eğitim yapılmalıdır diye bir yazısı var," dedi. "Ne yaptınız?" dedim. "Bir bilimsel toplantı tertip edildi. O komisyon da bu raporu tasdik etti. Sonra Adalet Bakanlığına yazdık. Bu yasa değişsin diye", dedi. "Adalet Bakanlığı cevap verdi", dedi. "Ceza Kanununu değiştirmeyi düşünüyoruz. Bununla beraber ele alınacaktır." "Sonra ne oldu?" dedim. "Dosyayı rafa kaldırdık", dedi. İyi arkadaştır, hoş arkadaştır Fethi.

O sırada Devlet Planlama Teşkilatı kurulmuştu. DPT Müsteşarı Albay Şinasi Orel. Telefon ettim, "Şinasi Bey", dedim. "Sizinle bir meseleyi görüşmek istiyorum." "Buyrun", dedi. "Ne zaman geleyim? dedim. Bir gün söyledi. Gittim. Odada 4 kişiydik, bir masa etrafında. Şinasi Bey, ben, Atilla Karaosmanoğlu, Necat Erder. Atilla Karaosmanoğlu İktisadi Planlama Dairesi Başkanı o zaman. Nejat Erder de Sosyal Planlama Dairesi Başkanı. "Şinasi Bey" dedim. "Bu nüfus meselesi, aşırı doğurganlık bizim için bir sağlık meselesi. Ana ve çocuk sağlığı için bu meseleyi bizim çözmemiz lazım", dedim. "Ama yasalar bu işe engel yalnız" dedim, "bunun ekonomik yönü de var. Bunun ekonomik yönü sizi de ilgilendirir." Atilla sözü aldı. "Nusret Bey", dedi. "Bizim için çok daha önemli. Bu nüfus artış hızıyla, gerçekci bir plan yapılamaz". "Biz de", dedi. "Nüfus politikasının değişmesini zorunlu görüyoruz". Şinası Bey de "Tamam", dedi. "O halde ben hemen bir kanun tasarısı hazırlayayım", dedim. "Milli Birlik Komitesine gönderelim, ertesi gün de çıkar bu", dedim. Şinasi Bey bu işe yanaşmadı. "Nusret Bey, bu çok hassas bir konu" dedi. "Milli Birlik Komitesinin pek çok işleri var şu sırada", dedi. "Pek çok eleştiriye de uğruyor", dedi. "Onun için şimdilik dursun bu", dedi. Yapılacak pek bir şey yoktu ve o şekilde durdu. 1961 seçimi oldu ve 1962 senesinde de Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı hazırlanıyordu. Biliyorsunuz planda önce politikaları gösteren plan stratejisi hakkında bir kararname çıktı. O sırada Şinasi Bey de müsteşarlıktan ayrıldı. Yerine Osman Torun müsteşar oldu. Ben ilişkimi devam ettiriyorum. Hem nüfus meselesi hem sağlık planı dolayısıyla iyi dostluk kurdum plancılarla. Müsteşarlıktan o sırada bir defa görevden alınmıştım Suat Seren'in zamanında. O zaman da DPT ile ilişkilerim devam etti ve aşağı yukarı, aşağı yukarı değil, tamamen teknik danışmanların sağlık planının "birinci sektör raporu"nu ben yazdım. Şadi'yle beraber. Plan stratejisini hazırladıktan sonra DPT bunu Başbakana götürüyor. O zaman başbakan İsmet İnönü. Bence hikayenin çok ilginç tarafının birisi budur. İsmet Paşa biliyorsunuz pronatalist politikanın şampiyonu. Başbakanlığında Türkiye'de nüfusun hızla artması için her beş yılda bir seçimde nutuklar çeken biri. Doğurganlığı teşvik edici yasalar çıkaran hükümetin başbakanı. Ben Osman Torun'dan dinledim konuşmalarını. Osman Torun, sıra nüfus meselesine geldiği zaman, "nüfus politikasının da değişmesi, doğurganlığın azaltılması politikasının kabul edilmesi lazım", demiş. İsmet Paşa "Niçin?" demiş. Osman Bey anlatmış niçin olduğunu. İsmet Paşa durmuş: "Ben anladım", demiş "ama sen bunu başkalarına zor anlatırsın Osman Bey". Bu bence çok önemli ve İsmet Paşa'nın gerçek bir devlet adamı olduğunu gösterir ve söylediği de doğru. İsmet Paşa Başbakan iken, pronatalist nüfus politikası güderken, sokakta kaydırak oynayan adamlar lider oldular. Sonra onları ikna etmek bir problem oldu. Tabii İsmet Paşa'dan yeşil ışık aldıktan sonra bir problem kalmadı ve plan o şekilde hazırlandı.

Z.Ö. - Bütün bu gelişmeler sırasında Sağlık Bakanının ya da Bakanlarının tutumu neydi?

N.F. - Bak şimdi belli olacak. O zaman Suat Bakan. Suat bu işe karşı. Dediğim gibi, Devlet Planlamanın danışmanları bendim. Zaten bu işi benim kadar onlar da biliyorlardı. Benden fazla biliyorlardı, taraftarlardı. Bu problem olmadı. Plan görüşmesinde, plan, kanunlardan farklı olarak önce Cumhuriyet Senatosunda görüşülür, sonra TBMM'ne gelir. Plan Senatoya geldiği zaman, o zaman Adalet Partisi - Halk Partisi koalisyonu bozuldu ve Suat bakanlıktan ayrıldı. Yerine Azizoğlu bakan oldu. Yeni Türkiye Partisi ile Halk Partisi koalisyon kurdu. (Suat diyorum çünkü Suat arkadaşım benim. Bizden iki sınıf büyüktür. Ben Hıfzıssıhha Okulu Müdürü iken o İçtimai Muavenet Genel Müdürü idi. Yani Sosyal Yardım Genel Müdürü idi.) Senatoda Suat'ın önderlik ettiği bir kampanya ile Adalet Partililer nüfus politikasının değiştirilmesine karşı çıktılar. Senatoda Adalet Partisi'nin çoğunluğu vardı. Oylandı ve nüfus politikasının değişmemesine karar verildi. Plan Büyük Millet Meclisi'nde görüşülürken savunma görevi de Başbakan yardımcısı Turan Feyzioğlu'nundu. Plan kanununda bir hüküm var: Planın esasını etkileyecek değişiklikler kabul edilirse, Hükümetin yeniden müzakere teklif hakkı var. Turan Fevzioğlu bu teklifi yapıyor. Tekrar görüşülüyor. Tekrar oylandığı zaman bu sefer hükümetin getirdiği tadil teklifi kabul ediliyor. Daha hazırlıklı geliyor hükümet. O sırada ben Türkiye'de değildim, Dünya Sağlık Teşkilatında bir toplantıdaydım. Geldiğimde duydum, bu işin böyle olduğunu. Büyük Millet Meclisi'ne geldi plan. Yusuf Azizoğlu Bakan, ben de Müsteşar olmuştum o zaman. (Suat Seren ayrılıp Azizoğlu geldiğinde. Danıştay'dan da karar çıkmıştı zaten. Ben Müsteşar olmuştum.) Yusuf Azizoğlu dedi ki, "Nusret bey, ben Diyarbakır'a gidiyorum. Mecliste plan görüşülüyor. Müsteşar yardımcısı Turan Bey ile sen git", dedi. "Peki efendim", dedim. Mecliste konuşmalara gidiyoruz. Hükümetin oturduğu sandalyede oturuyoruz, dinliyoruz. Nüfus planlaması kısmı geldi. Gene Adalet Partililer karşı çıktılar. İstanbul Milletvekili Muhittin vardı. O konuştu. Sonra bakan olan Vedat Ali aleyhte konuştu. Memleketin nüfusa ihtiyaçlarından bahsetti. Neyse, Adalet Partililer gene karşı çıkmakta devam ettiler. Sıra hükümete geldi. Ben bekliyorum ki, Turan bey çıkacak cevap verecek. Döndü bana; "Nusret Bey kalk", dedi. "Hükümet adına sen cevap ver", dedi. Bu pek de olağan bir iş değildir. Meclis Genel kurulunda tüzük, bu yetkiyi veriyormuş hükümete. Genel Kurul'da da kendisi başka birini konuşturabiliyormuş.

Z.Ö. - Böylece bir de rekor sahibisiniz. Hükümet adına konuşan ilk müsteşar belki de sizsiniz.

N.F. - Herhalde. İki defa hükümet adına konuşmuşluğum var. Kalktım, cevap verdim. Zaten Halk Partisi çoğunluğu vardı Meclis'te. Onun için bir problem olmadı, geçti. Bu suretle nüfus planlaması politikasının değişmesi kanunlaştı.

Z.Ö. - Peki Hocam, Halk Partililerle daha önceden bir görüşmeniz olmuş muydu? Meclis dışında? Halk Partililerin bu işe olur demesinde sizin bir etkiniz var mı?

N.F. - Hayır. İsmet Paşanın var. O sırada benim hiç Meclis'te kulis yapma adetim yoktu. Sonradan kazandım. Bundan sonra kanunun değişmesi lazımdı tabii. Plan bir politika kanunudur. Yani, ceza kanununun bu maddesi, Umumi Hıfzıssıhha Kanununun şu maddesi değişecek diye kanun çıkması lazım. Nüfus planlaması kanun tasarısını hazırladım. Orada Devlet Planlama ile (Ziya Müezzinoğlu idi o zaman müsteşar) bir ihtilafa düştük. Biliyorsunuz sterilizasyonla çocuk düşürme hükümleri var; tıbbi düşük yapılabilir diye. O kanunu hazırlarken bugünkü gibi liberal bir kanun yapmak olası değildi. Çünkü, nüfus planlamasına karşı çıkıyorlardı. Bir de buna sterilizasyon ve çocuk düşürme gibi bir şey koyarsak, büsbütün karşımıza adam alacağız. Onun için bunların serbest bırakılmasını bir tarafa ittim. Yalnız bir kolaylık olsun diye "tıbbi nedenlerle sterilizasyon ve çocuk düşürme yapılabilir" diye hüküm koydum ve aklımda bir de öbür madde vardı. Bu hususta da tüzük yapılabilir; Doktorlar istediği gibi yorumlarlar ve yaparlar isterlerse, Ziya Müezzinoğlu karşı çıktı. Bir altı ay aramızda yazışma sürdü. "Bunları çıkar, gereği yok, işi güçleştirir" diyor. Ben de diyorum ki, "işi güçleştirmez, işi kolaylaştırır". Biz sterilizasyonu ve çocuk düşürmeyi teşvik etmiyoruz. Aile planlamasıyla alakası yok. Neyse benim sözüm geçti, kanun o şekilde sevkedildi.

Z.Ö. - Hocam, bu kanunu hazırlarken Bakanlıktan veya dışarıdan size yardımcı kişiler oldu mu?

N.F. - Sanmıyorum, yalnız ben herkese danışırım.

Z.Ö. - Anlıyorum. Peki, Bakanlık içindeki bürokratlardan tepki gördünüz mi?

N.F. - Yok, onların haddine düşmemiştir. Onlar hadlerini gayet iyi bilirler.

Z.Ö. - Peki efendim, diğer ülkelerin yasalarından örnekler aldınız mı? Yani, sizi etkileyen bir başka ülke oldu mu?

N.F. - Hayır. Ama, okuyan adam olduğum için ilkeleri biliyordum: Tıbbi nedenlerle müsaade edilebilir; Hijyenik nedenlerle müsaade edilebilir.

Z.Ö. - Türkiye'deki yasaların birçoğu başka ülkelerden tercüme edilmiştir de. Aile Planlaması tamamen Türkiye'ye özgü bir kanun mu?

N.F. - Nasıl yapılması gerektiğini düşündüm, yazdım. Üç sene sonra Nüfus Planlaması Kanunu çıktı. Planın kabulünden üç sene sonra çıktı. Bunun sebebi de o sırada Anayasa'daki değişiklikler nedeniyle Anayasa'ya aykırı kanunların değiştirilmesi Meclis gündeminde. Yani, bizim Nüfus Planlaması Kanunu bir türlü öncelik alamadı. 1964'de ele alındığı zaman bakan Kemal Demir idi. Büyük Millet Meclisi'nde kanun savunmasını Kemal Demir yaptı ve kolay geçti. Ondan sonra Senato'ya geldi.

Z.Ö. - Oy sayıları hakkında fikriniz var mı?

N.F. - Mecliste oy sayıları belli değildi. Çünkü el kaldırılarak yapılmış. Senato'daki belli. İngilizce'de Turkish Population Policy diye bir yazımda bu rakamları yayınladım. Kanun geçti. Yani, sıkıntısız geçti. Senatoda sırası geldi. İsmet Paşa Washington'da iken (biliyorsunuz hikayeyi) CHP Hükümeti küt dedi düştü. Ertesi gün Kemal Beyle beraber senatoya gittik, kanun konuşulacak. "Hükümet burada mı?", dedi Senato Başkanı. "Buradayız", dedi Kemal Bey. O sırada Adalet Partililerden birisi söz istedi. "Efendim", dedi. "Bu kanun çok önemli ve politik bir kanun", dedi. "Düşmüş bir hükümetin bakanının Senatoda bunu savunması doğru değil. Yeni gelecek hükümetin politikasının ne olacağı belli değil. Bu nedenle Bakanın yasayı savunması doğru olmaz", dedi. Kemal bey şekle gayet meraklıdır. Hemen çantasını topladı ve "Peki efendim ben gidiyorum", dedi. Tabii Bakan ayrılınca konuşmanın devam etmesi mümkün değil. Kabul etti. Adalet Partililerin teklifini ve gitti, çekildi. Hükümeti Suat Hayri Ürgüplü kurdu. Başbakan yardımcısı Süleyman Demirel, Sağlık Bakanı Faruk Sükan. Faruk bey göreve başladı. Hükümet güven oyu aldı. Senatoya gideceğiz artık. Kanunlar görüşülmeye başlayacak. Faruk Bey "Nusret Bey, ben Doğuya geziye gidiyorum", dedi. "Aman Efendim", dedim, "Senatoda birinci maddede Nüfus Planlaması Kanunu var. Çok önemli" dedim. Hazırlığı da yapmış. "Al bu kağıdı, Senato başkanlığına ver. Sana yetki verdim", dedi. "Senatoda sen savunursun", dedi. "Faruk Bey, Senato'da Adalet Partisi çoğunluğu var", dedim. "Biliyorsunuz plan konuşulurken, Senatoda reddedildi", dedim. "Adalet Partililer bunu desteklemez ise, bu plan çıkmaz", dedim. "Siz gelmezseniz, ben gidersem bunu desteklemezler", dedim. "Yok", dedi, "Ben Süleyman Beye söyledim", dedi. "Seni destekleyecekler." Bir bakana dur gidemezsin demek mümkün değil. Aldım zarfı cebime koydum.

Z.Ö. - Hocam niçin gidiyordu Doğu'ya?

N.F. - Sosyalleştirmeyi batırmaya gidiyordu. Olmayacak bir iş olduğunu ispata gidiyordu. Yalnız o gezide fikrini değiştirdi.

Z.Ö. - O tarihlerde mutlaka gitmesi mi lazımdı? Yoksa Senatodan sıyrılmak için mi gitti?

N.F. - Tabi sıyrılmak için. Yani karşı olduğunu sanmıyorum. Çünkü Süleyman Demirel'i ayarlamış v.s. Belki de konunun çok hakimi olmadığı için gitti. Tabii bu iş gayet gevşek bir hikaye. Faruk bey gider gitmez Süleyman Beyin Özel Kalemine telefon ettim. "Süleyman Beyi görmek istiyorum", dedim. "Tabii Beyefendi buyrun" dedi. Hemen gittim. Dedim ki "Böyle böyle", "Biliyorum" dedi. "Yalnız" dedim, "Adalet Partililer bir defa reddettiler bunu. Desteklenmezse Adalet Partililer tarafından, bu çıkmaz", dedim. Bana öneriden bahsetti. Desteklediklerinden bahsetti. "Ben" dedi, "Senato Grup Başkan vekili Kocaeli Senatörü Lütfi Tok'a söyledim. Arkadaşlar sizi destekleyecekler, merak etmeyin", dedi. "Teşekkür ederim" dedim. İşi tekrar sağlama bağlamak için kalktım Meclise gittim. Lütfi beyi buldum. "Lütfi Bey", dedim, "böyle böyle", dedim. "Evet", dedi. "Süleyman Bey de söyledi", dedi. "Ben arkadaşlara söyledim. Hiç merak etmeyin", dedi. İçim tabii rahat değil. Kulis yapmaya orada başladım ve öğrendim. Bir iki defa daha gittim çünkü. Gittim Cumhuriyet Halk Partisi Grup başkan vekillerini buldum. Onlarla ve tanıdığım partililerle konuştum. Milli Birlikçilerle konuştum. Kontenjan Senatörleriyle falan konuştum. Meseleyi izah ettim. "Gelin", dedim. "Gene de Adalet Partililerin ne yapacağı belli olmaz", dedim. "Destekliyorlar ama sözde". Neyse, geldik. Biri kalkıyor Adalet Partililerin biri oturuyor. Hepsi aleyhte. Adalet Partililerden lehte konuşan bir Adana Senatörü Ademoğlu'nu hatırlıyorum. Bir o lehte konuştu. Bittikten sonra Hükümete sıra geldi. Ben kalktım ve cevap verdim. Açık oylama yapıldı. Kimin ne oy verdiği belli. Bunun için zabıtlardan saydım sonra. Adalet Partiden 4 kişi lehte oy verdi. 80 kişi var Senatoda. 40 tane boş çıktı. Tabii buna göre Halk Partililerle Tabii Senatörler ve diğerleri çoğunluğu teşkil ediyorlardı ve kanun böyle çıktı. Çıktıktan sonra biri "Nusret Bey", dedi. "Sen konuşmaya başlamadan bu iş yattı dedimdi. İy yaptın" dedi. Bu hikaye böyle bitti.

 Faruk Sükan pek aleyhte değildi ama pek lehte de değildi. Aramızda uygulamaya ait oldukça sert tartışmalar geçti. Bir ara da, hakkımda tahkikat açtı. Yasa dışı olarak "Anovlar"ın satışına izin verdiğim için. Aile Planlaması Kanunu çıkmamış, ben "Anovlar"ın satışa çıkmasına izin vermişim. Anovlar o zaman endometriyozis gibi hastalıklar için piyasaya çıkmış bir ilaç. Yalnız inhibisyon tesiri var ovülasyon üzerinde. Bilenler kullanıyordu Anovları. Buna ben izin vermişim. Faruk Bey benim hakkımda tahkikat açtırdı. Fakat sonunda benim zamanımda değil ruhsat verilişi, benim görevden alındığım sırada Alaaddin Beyin zamanında olduğu anlaşıldığı için dava düştü.

Z.Ö. - Alaaddin Bey bu sıra hangi görevdeydi?

N.F. - Alaaddin Bey Numune Hastanesi dahiliye mütehassısı idi.

Z.Ö. - Onun hakkında soruşturma açıldı mı?

N.F. - Hayır.

Z.Ö. - Yani soruşturma olay için değil de sizin için açıldı?

N.F. - Tabii, tabii. Yani bahane. "Yasa dışı iş yaptı" filan diyecek Faruk Bey. O zaman Faruk Beyle pek geçinemedik. Onun bir hikayesi de var: Adalet Partisi iktidara geldiğinde Umum Müdürlüklerde bazı değişiklikler yapmak istedi. Bunu Suat Hayri'ye söylüyorlar. Suat Hayri de Cemal Paşaya söylüyor. Böyle böyle değişiklik istekleri var. İsteklerin başında da ben geliyorum. "1965 sonbaharında seçim var", demiş. "Seçimde hangi hükümetin geleceği belli değil. O zamana kadar bunlarla idare etsinler. O zaman nasıl isterlerse, kim kazanırsa o yapar", demiş. Benim müsteşarlıkta kalışım o şekilde ve beni bir kenara itti Faruk Sükan. Benimle iş yapmaz, Genel Müdürler ile çalışırdı. Ben de bakalım seçim gelsin de ne olacak diye beklerdim. Evet aile planlaması hizmetleri bu şekilde başladı. Aile Planlaması Genel Müdürlüğünü Kemal Demir zamanında kurduk. Bakanlık emri ile kurduk. Aile Planlaması Genel Müdürlüğü, Aile Planlaması Kanunu çıkmadan önce kuruldu.

Z.Ö. - İlk genel Müdür kimdi?

N.F. - Turgut Metiner. Nisaiyeciydi. Kemal Demir'in tanıdığı idi.

Z.Ö. - Aşağı yukarı hangi yılda kuruldu?

N.F. - 1963'te.

Z.Ö. - O zaman kuruluştan çok kısa bir süre sonra da kanun çıktı.

N.F. - Evet 2 sene sonra kanun çıktı. Yani o zaman hazırlıklar yapıldı demek lazım.

4. Sağlık Kolejleri:

Z.Ö. - Peki efendim, isterseniz başka bir konuya geçelim. Dediğim gibi sosyalleştirme önemli, sona saklıyorum. Sağlık Kolejleri konusuna gelmek istiyorum. Sağlık mesleklerine. Hekim dışı meslek grubunun gelişmeleri, bu konudaki reorganizasyon çalışmaları v.s.

N.F. - Refik Saydam büyük bir bakandı. Yalnız bir kişinin büyük olması eleştirilmemesini gerektirmez. Refik Saydam'ın kanımca eleştirilecek en önemli noktası, sağlık mesleklerine gereken önem ve ağırlığı vermemesidir. Daha fazla hekim yetiştirmek için büyük çaba harcamıştır. Yurtlar kurmuştur ve daha fazla hekim yetiştirilmesini desteklemiştir. Diğer sağlık personelinin yetiştirilmesi alanında yaptığı, sağlık memurları okulunu açmaktan ibarettir ve çıkarılan kanunda da sağlık memurları hekimlerin koruyucu hekimlik hizmetlerinde yardımcısıdır diye belirtilmiştir. Müstakil bir mesleksel statüsü yoktur. Yalnız kendi zamanında çıkardığı kanunlar da ilginçtir. Özellikle ebelik konusunda. En önemli mesleklerden biri ebelik. Diplomasız kişilerin, biliyorsunuz, doğuma yardım etmeleri yasak olmasına rağmen Refik Saydam'ın ebe yetiştirmek için hiçbir programı yoktur. Bir tek ebe okulu vardır. Onu da Refik Saydam değil, Besim Ömer Paşa açmıştır. İstanbul'da Tıp Fakültesine bağlı tek ebe okulu odur. Hastanelerin geliştirilmesi için büyük gayreti vardır ama hemşire yetiştirmek için hiçbir gayreti yoktur. Bir tek okul vardı. O da Refik Saydam'dan önce açılmıştır. Kızılay'ın İstanbul'daki hemşire okuludur. Türkiye'de kırsal bölgedeki personelin meselesini çözümlemek için ilk adım Milli Eğitim Bakanlığı tarafından atılmıştır. Köy Enstitülerinde Köy Sağlık Memuru ve Köy Ebesi bölümü kurmuşlardır.

Z.Ö. Hazır sözü edilmişken, ben bu konuyu da sormak istiyorum. Köy Enstitüsünün katkısı ne idi? Ne olabilirdi? Hangi fırsatlar kaçtı? O konuya da bir parantez açıp değinebilir miyiz?

N.F. - Köy Enstitülerindeki fikir çok büyük fikirdir. İsmail Hakkı Tonguç biliyorsunuz Köy Enstitülerinin mimarıdır. Bakan olarak Saffet Arıkan ve Hasan Ali Yücel'in büyük hizmetleri var ama, işin mimarı Dr.Engin Tonguç'un babası İsmail Hakkı Tonguç'tur. Orijinal fikir onundur. Şimdi Dünya Sağlık Teşkilatı ve diğer kuruluşlar az gelişmiş ülkeler için aynı şeyi öneriyorlar. Community health worker, var ya. Bu toplum içerisinden adam seçerek yetiştirmek Tonguç'un fikri. Hani köyde zeki, çalışan çocuğu alıp, köye öğretmen yetiştirmek ve köy öğretmeni olarak da köyün muhtaç olduğu hizmetleri ve sanatı bilen öğretmen yetiştirmek. Ziraat, hayvancılık, sağlık, yani köye ne hizmet lazımsa bilen bir kişi. Köy Enstütüsü felsefesi bu. Bu nedenle köy sağlık memuru, köy ebesi bölümü var. Marangoz yetiştiriyor, nalbant yetiştiriyor. Tabii, biz geleneklere çok bağlı bir milletiz. Ayaklandı eğitimciler. Bu işe sonunda Köy Enstitüsünde yetişen öğretmenler de tepki gösterdiler. Yani biz niye şehir öğretmeninden farklıyız? Biz de şehir öğretmeni olalım diye. Yani, elbirliğiyle bu güzel yaklaşımı öldürdük. Bu iş böyle başladı.

Z.Ö. - Peki Efendim. Biz gene konuya dönelim.

N.F. - Dünya Sağlık Teşkilatı ile olan ilişkilerden sonra ve dışa yardım hikayeleri başladığı zaman bu alanda gelişmeler görülmeye başladı. Yardımcı hemşire kursları açıldı. Köy ebesi kursları açıldı. Sağlık Bakanlığı tarafından kadınlara 9 ay kurs veriyorlar, köy ebesi diye gönderiyorlardı. Sonra, bu 9 ayın da yeterli olmadığı anlaşıldı. 1.5 seneye çıkmıştı ben Müsteşar olduğum sırada. Ondan sonra, yapılan işlerden birisi: Hastanelerde yardımcı hemşire kursları açıldı. Hastaneye hizmetli olarak alıyorlar, 3-5 ay öğleden sonra, boş vakitlerinde de kurs veriyorlardı. Bunlar da yardımcı hemşire oluyorlardı. Ben geldiğim zaman genel durum buydu. Hizmetlerin geliştirilmesi için hekim dışı sağlık personeli programı geliştirilmesi gerektiğine karar verdim. Sağlık okullarının kurulmasını plana koyduk. İlk hamle olarak köy ebe okullarını ilkokuldan sonra 3 senelik eğitim düzeyine, hemşire okullarını da orta okuldan sonra 4 senelik hale dönüştürdük. Sağlık memurluğu meslek değildir. Sağlık memuru mezun olduktan sonra nereye atanırsa orada uzmanlaşır. Sağlık memurları arasında röntgen, laboratuvar teknisyenliği, çevre sağlığı teknisyenliği yapanlar vardır. Hastanede hizmet yapan vardır. Sekreterlik yapan vardır. Meslek olmaz böyle. Onun için bence meslek olacak ya halk sağlığı hemşireliğidir sağlık memurları için veya çevre sağlığı teknisyenliğidir. Veya laboratuvar teknisyenliği. Bunun için sağlık memurları okulu yerine 3 okul -hemşire okulu, laboratuvar ve çevre sağlığı teknisyeni okulları- kurmayı düşündüm. Yalnız, okul hizmetlerinin geliştirilmesinde büyük katkıyı, ayrıntılı uygulamayı Prof.Dr.Sabahattin Payzın yapmıştır. Sabahattin, Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsünden arkadaşımdır. Benden küçük sınıftan olduğu için ben uzmanken gelmişti. Sonra fakülteye geçti. Sabahattin'e "Mesleki Eğitim diye bir müdürlük kuracağım, gelir misin?" dedim. "Gelirim", dedi. Ve Mesleki Eğitim Genel Müdürlüğünü kurdum. Sabahattin Genel Müdür oldu. Sabahattin'in okulların geliştirilmesinde büyük hizmeti vardır. Planı da kabul ettirdiğim için Bakanlık binaların inşaatını üstlendi.

Z.Ö. - Kaç okul açıldı sizin zamanınızda?

N.F. - Herhalde 20-30 tane vardır. Eskiden içler acısıydı. Hemşire okulunda 1960'a kadar olan dönemde Dünya Sağlık Teşkilatının da teşvikiyle faaliyetler oldu. Okullar açıldı. Fakat, hemşire okulu diyorlar ama, ya hastanelerin çatı katında ya mahzeninde bir dersane koyuyorlar. Şurada burada yatıyor. Hemşire okullarına o zaman talip pek az. Bir baba kızını hemşire okuluna gönderecekse, "kızım nerede bu okul?" diye gelecek bakacak:Çatı katında yatıyorlar, hastanenin bodrumunda okuyorlar. "Böyle iş olmaz", dedim. Doğru dürüst okul yapın ki, kadrosu olsun, hocalar v.s. herkes gelsin. DPT'de anlayışlı arkadaşlar vardı ve iyi bir inşaat programı kabul ettiler. Okullar bu şekilde oldu. Sanıyorum ki, bu dönemde yapılan en büyük işlerden birisi bu meslek okullarının açılmasıydı. Tabii, buna paralel olarak hemşireliğin sosyal statüsünü yükseltmede önemli olan Yüksek Hemşirelik Okullarının açılması. Bu benden evvel, harp sonrasında başlayan bir hikaye. Şimdiki Ankara Hastanesi, Amerikan AID yardımı ile yaptırılmıştır ve hastanenin biliyorsunuz bir kısmı hemşire okuludur. Hemşire yetiştirmek için dış yardımlardan yararlanılarak açılan okullardan birisi de gene benden evvelki dönemde yapılan Florence Nightingale Yüksek Hemşire Okuludur. Anlaşma yapılmıştı. Fakat pek gelişmemiş. Önem vermemiş Bakanlık herhalde. Bu iş kalmıştı. Benim Müsteşarlığımda tekrar sözkonusu oldu. AID'den bir uzman geldi. Benimle de görüşmek istedi. Geldi. Aa, bir baktım Harward'da Hıfzıssıhha Okulundan sınıf arkadaşım Dr.Cliford Pees. O da beni tanıdı, "Sen misin müsteşar?" dedi. "Eğer uzman sensen Müsteşar da benim," dedim. Bana AID'nin şikayetlerini anlattı. "Bana bak", dedim, "Biz bunu bitirmeye kararlıyız. Desteklemeye kararlıyız. Siz yardımı kesmeyin", dedim. İstanbul Florence Nightingale Yüksek Okulu diye bir bina yapılmıştır. Şimdi hâlâ o binanın kullanıldığını biliyorum. Mecidiyeköy civarında bir yerde olması lazım. Neyse, o da AID yardımıyla bitmiştir. Ve gene AID yardımıyla bir çok hemşire master ve doktora yapmak için yurtdışına gönderilmiştir. Şimdi bizim buradaki yüksek hemşirelik okulundakiler o suretle yurtdışına gidenlerdendir. İstanbul'da Perihan Velioğlu, Eren Kum, Nebahat. İstanbul'da 4-5 kişi daha var. Adlarını unuttum.

Z.Ö. - Hocam, bu Gevher Nesibe Eğitim Enstitüsünden bahsedelim.

N.F. - Gevher Nesibe Eğitim Enstitüsünü sağlık kolejlerine öğretmen yetiştirmek için düşündüm. İyi  öğretmenler yetiştirme gerektiği kanısındaydım. 3 senelik okulda 2 senelik eğitimden sonra üçüncü sene sonunda uzmanlaşmalarını düşündüm. Uzmanlaşmak için de tıp fakültesinden yararlanmaya karar verdim. Yani, bakteriyoloji öğretmeni olacaksa tıp fakültesine gitsin bakteriyoloji dersi görsün; Anatomi, fizyoloji hocalığı yapacaksa gitsin birinci sınıfta anatomi, fizyoloji okusun; Patoloji okutacaksa patoloji okusun. Yani sadece öğretmenliğini yapacağı dersleri okusun. Bir sene gittiler, fakat bu işlemedi. Bir defa öğrencilere zor geldi. Bu iş bu şekilde gelişmedi ve amaca yönelik olmadı. Yani, bazı sağlık memurlarına özel bir statü vermekten başka bir işe yaramadı.

Z.Ö. - Şu sıralarda Gevher Nesibe'nin kapatılması fikrini savunanlar var. Siz ne dersiniz?

N.F. - Yeniden düzenlenmesi gerekir. Benim yaptığım şekilde işlemedi. Yani hiç bir zaman, benim bildiğim kadar, sağlık kolejlerinde, (meslek lisesi diyoruz şimdi) derslerin ciddi bir programa bağlandığını sanmıyorum. Yine bir hekim geliyor ve kendi bildiği gibi ders veriyor. Dersi vermek için adam tutuyorlar. Haftada 1-2 saat ders veriyor. İyi planlanıp iyi eğitim kadrosu yetiştirilmesi lazım. Bence bu olmadıktan sonra Sağlık Eğitim Enstitüsünün faydası yoktur.

5. Sağlık Hizmetlerin Sosyalleştirilmesi:

Z.Ö. - Efendim şimdi sözü sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesine getirmek istiyorum. Sizin Müsteşarlığınız dönemindeki başlangıç çalışmaları. Önce fikir kimindi? Hizmet sisteminden etkilendiğiniz ülkeler var mıydı? Bunun planlama süresi ne kadardı v.s.?

N.F. - Sanıyorum Müsteşar olduğumun ilk aylarında, temmuz olabilir, Cumhuriyet Gazetesi Milli Birlik Komitesi üyeleri ile ropörtaj yapıyor ve bunları yayınlıyordu. Ropörtaj yapılan üyelerden birisi de, Sami Küçük idi. Sami Küçük, söyledikleri arasında Türkiye'deki sağlık hizmetlerinin İngiltere ve gelişmiş ülkelerdeki gibi geliştirilmesi için çalışacağından söz ediyordu. O zaman bakan Nusret Karasu idi. Gazeteyi aldım, Nusret Beye gittim. "Hocam", dedim, "Sağlık Hizmetlerini geliştirmek isteyen bir Milli Birlik Komitesi (MBK) üyesi var. Kendisiyle görüşebilir miyim?" dedim. "Görüş", dedi. Bir mektup yazdım. "Cumhuriyet gazetesinde sözlerinizi okudum. Arzu ederseniz bu hususu sizinle görüşmek isterim", dedim. Cevap gelmedi uzun bir süre. Bir iki hafta sonra Özdağ'ın imzasıyla bir yazı geldi. "Sağlık hizmetlerini devletleştirmeye karar verdik, hazırlık yapın", diyordu. Telefonla Muzaffer Özdağ'ı buldum. "Yazınızı aldım. Yalnız bu önemli bir mesele. Görüşebilir miyiz?" dedim. "Buyrun", dedi. O zaman MBK, TBMM'nin eski binasındaydı. Meşhur bir merdiven altı vardır orada. Orayı bilirim. Hıfzıssıhha Okulu Müdürlüğündeyken Meclise gider gelirdim. Daha önce de Demokrat Parti zamanında gider gelirdim. Gittim oraya. Veysi ile konuşuyor. Halit diye bir adam, sağlık bankası kurucularından olarak, memleketin sağlık hizmetinin nasıl kurtarılacağını anlatıyor Muzaffer Özdağ'a. Belli ki, kendilerini desteklemesini istiyor. Herhalde Sağlık Bankasının hikayesini bilirsiniz.

Konuşma bitince Muzaffer Bey bana döndü. "Buyurun sizi dinliyorum müsteşar bey", dedi. Halit Bey gitmiyor. Benim söyleyeceklerimi merak ediyor. "Ben özel konuşmak istiyorum" dedim. O zaman anladı, gitti. "Muzaffer Bey, herkes size fikir satmaya gelecek", dedim. "Dikkat edin sizi yanıltırlar. Bu da onlardan birisi", dedim. "Biz yanılmayız" dedi. Yanımızda Numan Esin de var. "Muzaffer, Müsteşar haklı. Öyle, söyleme", dedi. "Bir şey yapacaksınız, ama bunun için politik ilke kararları lazım", dedim. "Özel hekimlik olacak mı? Olmayacak mı? Hasta seçme hakkı olacak mı olmayacak mı? Finansman öyle mi, böyle mi olacak? Bunlar Sağlık Bakanlığının vereceği kararlar değil", dedim.  Bunlar politik kararlar. Bu hususta ne düşünüyorsunuz?", dedim. Kem küm etti. Yani, birşey düşündükleri yok. Sonra öğrendim: Benim mektubu Sami Bey sosyal işler komisyonuna havale etmiş. O zaman MBK de rotasyonla başkanlık diye bir hikaye vardı. Komisyonda rotasyonla sıra Muzafferin olduğu için yazı onun imzasıyla gelmiş. "Siz hazırlıkları yapın", dedi. Bunun üzerine ben MBK'ne verilmek üzere politikanın ne olduğunu, ne gibi kararlar alınması gerektiğini gösteren bir yazı hazırladım. Nusret Beye gösterdim. "Gönder", dedi ve gönderdim. Sonradan Ragıp ve benim adımla yayınlanan beyaz bir kitap vardır. Orada yer alır. Onun yazılışı da şöyle oldu: Ragıp bakan. "Nusret, bu hususta çok şey yaptın. Bunlar sonra unutulur. Derleyelim de basalım", dedi. "Peki, Nuri Beye söyleyin derlesin bassın", dedim. Nuri bey Neşriat ve Sağlık Propaganda Genel Müdürü. O kitap öyle çıkmıştır.Yalnız, rahmetli Sağlık Propaganda Genel Müdürü Nuri Ömer Ergene bilmediği için sırayı bozmuş. İkinci, üçüncü yazı olarak basmış. Halbuki ilk yazı odur.

Evet. Yazı gitti, yine bir cevap yok. Nusret bey bir gün geldi. Gayet kızgın. "Senin raporu kısa bulmuşlar, beğenmemişler," dedi. "Ne istiyorlarmış?" dedim. "Plan istiyorlarmış", dedi. "Herhalde politik karar gerektiğini anlamamışlar. Sen bir plan yapacakmışsın," dedi. Oturdum birşeyler yazmaya başladım. O sırada MBK'si Bakanlar Kurulu'nu tasfiye etti. 1-2 tanesi kaldı. Nusret Bey de gidenler arasındaydı. Bakan atamadılar Sağlık Bakanlığına ilk hamlede. Bir de Ulaştırma Bakanlığına atamadılar. Beni Bakan Vekili olarak atadılar. Pek az kişi bilir benim bir hafta Bakan Vekilliği yaptığımı. Bir kararname de imzaladım. Birgün Başbakanlıktan telefon ettiler. "Cemal Paşa sizi görmek istiyor," dediler. Gittim. Türkeş de var. Başbakanlık Müsteşarı. Onunla da yıldızımız pek barışmamıştır. Neyse. "Nusret Bey, Sağlık Bakanlığına bakan bulamıyoruz. Yanımızdaki birini yapabilir miyiz?" dedi. Şöyle bir baktım. "Bu odada mı?" dedim. Güldü. "Evet bu odada". Dedi. "Nasıl emrederseniz", dedim. "Yalnız ben Müsteşarlığı Bakanlıktan daha iyi yaparım", dedim. "Müsteşarlığa da emrinizle geldim, Hıfzıssıhha okulundan. Hıfzısıhha Okulu Müdürlüğünü daha iyi yapardım", dedim. Bazı şeyler sordu. Ben de aklımın erdiği kadar cevap verdim. Teşekkür etti çıktık. Ragıp Bakan oldu. Sonra Türkeş Yeni Delhi'ye sürülmüştü. Orada rastladım. "Alpaslan Bey", dedim. "Ne oldu o gün? Ne düşündü Cemal Paşa?". "Bu arkadaş istemiyor", demiş. "Zorlamayalım kendisini. Başkasını bulalım", demiş.

Evet, hazırlıkları yaptım ve gönderdim. Ses çıkmadı. Ondörtler yurt dışına atıldıktan sonra mı önce mi hatırlamıyorum. Bir gün Bakanlığa Suphi Gürsoytrak geldi. MBK üyesi. Bana "Hadi kanunu hazırlamaya başlayalım", dedi. "Ben size üç alternatif göndermiştim", dedim. "Hangisini benimsemek niyetindesiniz?" "En iyisini", dedi. Bu önemli. Hükümet en iyisinin yapılmasını istiyor. Bugünkü sıkıntıların çoğu bu direktif yüzündendir. O kanun hükümetin en iyisini yapacağı ve en iyi kararları alacağı varsayılarak yapılmıştır.

Z.Ö. - Siz bu en iyi sözünü nasıl algıladınız? Zamana göre mi en iyi? Yoksa, ideal mi?

N.F. - Türkiye'de uygulanabilecek en iyi. Yalnız hükümetin herşeyi destekleyeceğini varsayıyorsunuz tabii.

Z.Ö. - Diğer alternatiflerden biraz sözeder misiniz?

N.F. - Diğer alternatifler sistemde değil, genişlikte. Bunlardan birisi Doğu ve Güneydoğu'da sağlık hizmetlerini geliştirmek programıydı. En ucuzu bu. Paranız yetiyorsa bu işe başlayın.

Z.Ö.  - Pilot bölge gibi mi?

N.F. - Değil. Yalnızca bu bölgeyi iyileştirin. Diğer bölgelere dokunmayın. Aşağı yukarı orada sağlık hizmetleri bugünkü gibi geliştiriliyor. Yani paran yetiyorsa sade orada. Sosyalleştirme bugünkü şekliyle. Aşağı yukarı kademeli olarak 15 yılda gerçekleştirilmesi öngörülüyor. Nedeni hem altyapıyı yapma, hem personel yetiştirme meselesi.

Z.Ö. - Diğer alternatif?

N.F. - Şu anda hatırlamıyorum. O günkü şartlarda uygulanabileceğine inandığım şekil buydu. Evet. Bir kanun taslağı hazırladım. Bakanlıktakilerden sanıyorum. Osman Yaşar, Tevfik Alan ve Sabahattin Payzın da taslak gibi birşey hazırladılar. Hepsini birleştirdim. Birşey yazdım. Osman Yaşar da o zaman Genel Müdür. Ragıp Bakan. Osman Yaşar iyi teknisyendi. Söyleneni yapardı. Ama bu işe pek aklı eren bir adam değildi. Bunu söylemekte yarar var.

Z.Ö. - Hocam, Müsteşarlık çok ağır bir iş. Bütün bunların arasında bu kanunları yazmaya nasıl vakit buldunuz?

N.F. - Ben Müsteşarım. Günlük işlerle meşgul olmam. Benim Müsteşarlık anlayışım bu. "Yahu, bu müsteşarı görmek bakanı görmekten güç", derlerdi. Diğer işlere Demir Erel'i atadım. Müsteşar muavini idi. Gayet  ciddi ve çalışkandır. Bana gelip bir şey istediklerinde mesela, "Zat İşleri Genel Müdürünü gördün mü?" diye sorardım. Görmemişse "git önce onunla görüş", derdim. Ya da açar telefonu sorardım. Genel Müdür "olmaz" demişse. "E, sana Genel Müdür olmayacağını söylemiş. Şu nedenlerle işin olmazmış," derdim. Bir müdde sonra herkes benden iş çıkmayacağını anlamıştı. Gelmezlerdi. Bir olay daha anlatayım: Kayınbiraderim eşi ile birlikte bir kutu çikolata alıp İstanbul'dan beni kutlamaya gelmişler. Sekretere, "Müsteşar Beyi görmek istiyoruz", demişler. "Meşguldur. Kabul etmez", demiş. "Git söyle. Kayınbiraderiniz İstanbul'dan geldi de", demişler. Sekreterim Mine tereddüt etmiş. Geldi içeri (usule aykırı olmasına rağmen) söyledi. "Söyle onlara, akşama eve gelsinler", dedim. Akşam evde kayınbiraderden dinledim: Mağrur bir edayla çıkıp, "Ben size söylemedim mi? Akşam eve gelsinler diyor", demiş.

Evet, kanun tasarısını hazırladım. İmzalanması lazım MBK'nce, Hükümete gidecek. Bu işle meşgul olan da Suphi Gürsoytrak. Maliye Bakanı Ekrem Alican, imzalamıyor. Suphi geldi. "Ne oldu?" dedi. "Ekrem Alican imzalamıyor", dedim. Kızdı. "Ben götürür, Cemal Paşaya imzalattırırm", dedi. Hükümetin kanunu sevkeden kararnamesinde Maliye Bakanının imzası eksiktir. Kanun o şekilde MBK'ne sevkedildi.

Z.Ö. - İmzalamama gerekçesi neydi?

N.F. - Mali açıdan tabii. Kanun tasarısını Kasım'da sevk ettik sanıyorum. Ses yok. MBK'nin süreleri de bitmek üzere. Bir gün Sami Küçük telefon etti. "Nusret, kanunun yarın çıkması gerek. Gündeme alacağız. Sen sabahtan gel", dedi. "Peki", dedim. Gittim. Maliye'den de Müsteşar Ziya Kayla ile Bütçe Kontrol Genel Müdürü Hikmet Yağcı var. MBK sağlık danışmanları olarak da Ankara Sağlık Müdürü Cahit Demirtaş ile Behiç Onul var. Bekledik. Öğle oldu ses yok. Yemeği çıktılar. Sami Bey, "Öğleden sonra başkan benim. Önceki gündem bitmedi ama, ben sosyalleşmeyle başlayacağım. Suphi de hazırlıklar yaptı. Tablolar hazırladı. Ayrılma", dedi. Öğleden sonra Sami başkan olarak teklif etmiş ve bizimkiyle başlanması kabul edilmiş. İçeri çağırdılar girdik. Hatırladığım önemli madde, mukavele ile istihdamı hekimlerin. Hikmet buna karşı çıktı. Ziya hiç konuşmuyor. Ziya Kayla ikinci kuşaktan teyzemin oğludur. Onun annesiyle benim annem kardeş çocuklarıdır. O hiç ağzını açmaz. Gayet efendi adamdır. Hikmet'i destekleyen MBK üyeleri de var. Bu maddeye itiraz ediyorlar. "Genel sisteme aykırıdır", diyorlar, falan. Suphi Karaman masaya yumruğunu vurdu: "bana bakın", dedi. "Devlet memuru maaşıyla hekim çalıştıracağınızı sanıyorsanız bu iş yürümez", dedi. "Ya bu maddeyi kabul edersiniz, ya da kanunun tümünü reddedersiniz. Bu iş burada biter", dedi. Mukaveleyle istihdam fikrini oya koydu Sami ve kabul edildi. "Bunu siz dışarda Hikmet Bey ile birlikte tekrar yazın", dedi. Prim vermede falan ufak değişiklikler vardı. Prim verilmesi fikri de vardı. Hepsine itiraz ediyor da esas kabul edildi. "Siz çıkın dışarda yazın, biz sizi çağırırız", dediler. İçerde işimiz iki saatte bitmişti. Saat üç gibi dışarı çıktık. Gece saat ona kadar bekledik. Saat onda içeri çağırdılar. "Ne oldu?" dediler. Hikmet farklı bir metin hazırlamıştı. Okudu kendisininkini. Ben söz istedim ve "Fikrimi değiştirmedim", dedim. İşi tatlıya bağladılar. Hikmetin fikrini kabul ettiler. Toplantıda Bakan falan yoktu. Bakan çağırmazlardı zaten.

Z.Ö. - Tarih?

N.F. - 5 Ocak 1961

Z.Ö. - Milli Birlik Komitesinin son günleri?

N.F. - Son günü. Saat 12'de bitiyor.

Z.Ö. - O halde MBK'nin kabul ettiği en son yasa acaba bu mu?

N.F. - Hayır. Bundan sonra galiba Basın Yasasını kabul etti.

Z.Ö. - Size gelen mektupta Muzaffer Özdağ "devletleştireceğiz" demiş. Ama, Kanunun adı sosyalleştirme?

N.F. - Aklımda olan tabii hizmetten en yoksun olan kırsal bölge. Kanun kırsal bölgeyi gözönüne alarak yazılmıştır. Şehirlerde de böyle olacak deniyor ama, şehrin özellikleri var tabii. Onu önemli bulmadım. Kanunu hazırlarken İngiltere'deki sistemden esinlendiğimi söylemem lazım. Kademeli sistem. Türkiye'deki en önemli meselenin biri ilk basamak sağlık hizmetinin olduğunu kabul ettirmek. En önemli kısım sağlık ocakları kurarak ilk basamağı örgütlemektir yurt ölçüsünde. İngiltere'de bölge fikri yoktur. Herkes istediği hekimi seçer. İsveç'te kırsal bölge vardır. 6000 kişiye bir hekim, iki halk sağlığı hemşiresinden oluşan ekip entegre hizmet verir. Orada hasta kendi bölgesindeki hekime gitmek mecburiyetinde değildir. İsterse doğrudan hastane polikliniğine gidebilir. Türkiye'de bunu disipline etmek ve uygulanabilir hale getirmek için ilk müracaatın sağlık ocağına yapılması fikrini kanuna koydum. Kişinin hekim seçme hakkını da kaldırmadık. Parasını verdiği takdirde istediği hekime gidebilir. Diğer fikir ki, o zamanın yeni fikri olarak kabul etmek lazım, koruyucu hizmetle tedavi hizmetinin entegrasyonu vardır sosyaleştirmede. Bu batıda yoktur. Çünkü, batıda tarihsel gelişmeyi takip ederek tedavi hizmetiyle koruyucu hizmetler ayrı örgütlenmiştir. O ayrıdır tabii. Ama, doğrusu bunların birleşmesi. Sosyalleştirmeye ben bu bilimsel doğruyu da ekledim. Batı'da olmayan, ve gene çağdaş görüş demek lazım, hizmeti ekip hizmeti olarak sunma ve bir kısım hekime ait hizmetlerin hekim dışı personele nakli fikri de vardır sosyalleştirmede. O da yok gördüğümüz ülkelerde. Bu da yeni fikirlerden. Dünya Sağlık Teşkilatı'nın o zaman dahi savunduğu fikir. Fikri icat eden ben değilim.

İlaç meselesinde Avusturalya'lıların sisteminden etkilendim. Onlarda "hayat kurtarıcı ilaç (life saving drug) diye bir hikaye vardır. Hayat kurtarıcı ilaçlar parasız, öbürleri paralıdır. Bütçelerini dengeleyebilmek için. Sonra değiştirdiler. Bütün ilaçları parasız yaptılar. Bizde de aynı fikir vardır. Yani kanunu yazarken dışardan esinlendim. Kanun hazırlanırken, Ragıp bu işle pek ilgilenmedi. Hazırlıklar MBK ve Hükümete gönderilecek hale geldiği zaman "bir de hocaların fikrini alsak", dedi. Pek saygılıdır hocalarına. "Bir toplantı yapsak", dedi. "Hay hay", dedim. Bilirsiniz ben konuşmaktan, danışmaktan daima hoşlanırım. Çünkü, demokratımdır. Ama sonunda bildiğimi yaparım tabii. Hıfzıssıhha Okulu, anfisinde bir toplantı yaptık. Ragıp ile ben kürsüdeyiz. Herkes var. En önemli şahsiyet te Tevfik Sağlam paşa. Tevfik Sağlam Paşa full-time istihdama kesinlikle karşı çıktı. "Arkadaşlar böyle şey olmaz", dedi. "Sizin hekim olarak bütün güvenceniz muayenehanenizdir", dedi. "Muayenehanesiz hekim olmaz. Sonra hepiniz devlet memuruna dönersiniz ", dedi. Tartışma çok hareketliydi. Tabii, hekimliğin istikbali bahis konusu. O zaman herkes yapılan değişikliğin kalıcı olacağını sanıyordu. Ragıp toplantıyı bıraktı gitti, sen tamamla bu işi dedi. Sonra anladım.

Z.Ö. - Sonra neyi anladınız?

N.F. - Kaçtı. Ben işi var sandım. Bu kadar önemli meselede gidilir mi? "Niye gittin?" dedim sonra. "Bırak yahu", dedi. "Hocalara karşı konuşmam ben", dedi. Saygılıdır, iyi çocuktur. Kanunun adı benim yazdığımda Sosyalizasyon idi. Sosyalleştirme kelimesi Türkçeci Sabahattin Payzın'ındır. Sağlık ocağı fikri babamındır. Yazdığım ilk taslakta adı "Sağlık Ünitesi" idi. Babam Dil Kurumunun üyesiydi. Birgün evde "Ne yazıyorsun?" dedi. Anlattım. "Ünitesi ne demek?" dedi. "Türkçe'de "ocak" diye bir kelime vardır", dedi. "Peki", dedim. Sağlık evi de babamın hediyesidir. İlk taslakta "Sağlık istasyonu" idi.

Z.Ö. - Efendim, kısa bir süre önce Behçet Uz ile bir görüşme yapmıştım. O, ilçe merkezlerinde sağlık merkezlerini, nahiyelerde de sağlık ocaklarını kurduk dedi. Israrla sordum. Terimde ısrar etti. Sağlık Ocakları dedi. Ben böyle birşey hatırlamıyorum geçmişte. Acaba zamanla mı karıştırdı?

N.F. - Olabilir. Ben de hatırlamıyorum ve yazılı olarak da hiçbir yerde rastlamadım.*

Z.Ö. - Sağlık Ocağı terimi ilk defa sosyalleştirme yasası ile geldi. Peki neden Muş? Muş'un seçiliş nedenleri neydi?

N.F. - Kanunda Muş yok tabii. Kanun çıktıktan sonra uygulamaya geçilecek. Bu da bilinmesi gereken noktalardan birisi. 1961 de seçimden sonra Suat bakan oldu. Kesin olarak sosyalleştirmeye karşıydı. "Bu uygulanmaz, sen hayal peşindesin, böyle şey olmaz", derdi. Müsteşarlıktan alınmam için sebepleri anlıyorsunuz. Tabii, anlaşmamız mümkün değil. Ben de olacağını savunuyorum. O sırada 1962 yılı bütçesi hazırlanıyordu. Bütçenin hazırlanmasında üç ilde başlamayı düşündük. Birbirinden farklı üç ilde başlayalım, deneyim kazanmak için dedik. Muş küçük bir vilayet doğuda. Çankırı ve Edirne'yi düşündüm ve yapı için 30.000.000 Tl lazımdı. Teklif ettik. Maliye kabul etti. DPT de kabul etti. Evdeyim. İyi hatırlıyorum, bir Cumartesi günü idi. Suat telefon etti. "Nusret, Bakanlar Kurulunda konuşuldu. Bütçe çok dar. Bu sene 1963'de sosyalleştirme inşaatını plandan çıkardılar." Hayatından memnun tabii. Gülerek söylüyor." Ben, Maliye Bakanı ile görüşebilir miyim?" dedim. "Görüş, ama pek birşey olacağını sanmıyorum", dedi. Maliye Bakanı Şefik Bey o zaman. Pazar sabahı Maliye Bakanlığına gittim. Bir dostluğum yoktu. Ama tanışırdık. "Şefik Bey bu böyle böyle" dedim. "Nusret Bey, para yok. Bütçeyi ancak dengeleyebildik", dedi. "Ben senden para istemiyorum" dedim. "İzin verin, bütçenin toplamını aşmadan başka fasıllardan buraya nakledeyim", dedim. Sağlık Bakanlığı bütçesiyle uğraşan da Abdurrahman Şahin. "Peki", dedi Şefik Bey. Şefik Beyin yumuşayacağını görünce Abdurrahman lafa karıştı: "Sayın Bakanım izin vermeyin", dedi. Şefik Bey, "Yok, yok. Yekün değişmeyecekse Müsteşarın dediğini yap" dedi. Dışarda bana, "Atlattın sen Bakanı" dedi. "Hayır atlatmadım", dedim. Tedavi kurumları bütçesinden 2.000.000 TL aldım, inşaat bölümüne koydum. Meclise geldik. Senatodan gelenlerden Milli Birlikçiler de var. "Bu para yetmez", dedim. "Bir il için yalnız 10.000.000 Tl. lazım", dedim. "Bunu 10.000.000 Tl ya çıkarmak lazım", dedim. Bir önerge verdiler. Komisyon Başkanı Maliye'ye, "Ne diyorsunuz?" dedi. Maliye "Dengeyi bozar", dedi. Bakanlığa döndü, Ragıp'a "Ne söylüyorsunuz?" dedi. O da  "Müsteşar cevap versin", dedi. "10.000.000 Tl lazım", dedim. Oylandı ve kabul edildi. İş o şekilde kurtuldu.

Z.Ö. - Bundan sonra Şefik Beyle görüştünüz mü? Size sitem etmedi mi?

N.F. - Hayır. O zaten biliyordu böyle olacağını. Tecrübeli adamdı.

Z.Ö. - Yani, bir ilin parasını bulabildiğiniz için Muş'u seçtiniz. Peki, Muş'taki ilk çalışmalar nasıl başladı ve gelişti?

N.F. - Muş'ta inşaat yapılacak, Bakan değişti. Azizoğlu geldi ve ben tekrar Müsteşar oldum. Doğuda yapılacağı için Azizoğlu ilgili. Bu inşaatı yaptıralım, şöyle böyle yaptıralım diyor. Aklıma Abdurrahman Soyaslan geldi. Sağda solda dispanserler yaptırıyordu. "Abdurrahman'ı Sosyalleştirme Genel Müdürü yapalım", dedim. "İyi olur, zaten bizim sınıftandır", dedi. Abdurrahman Genel Müdür oldu ve Muş'taki inşaatın başlamasında çok emeği geçti. Yalnız, fazla hayalciydi. "Lojmanlarda kaşığa-çatala kadar herşey olacak", derdi. "Abdurrahman, bunları yapamayız. Seneye bu kadar para bulamayız. Sonra Bakanlık rezil olur", derdim. Dinlemezdi. Kendi kafasına göre gitmeyi severdi. Hakikaten dört başı mamur açıldı Muş. En önemli problem sağlık müdürü bulmaktı. Cahit diye bir müfettiş talip oldu. Doğan Benli Sıtma Savaş Başkanı olarak gitti. İrfan Özer Muş'ta tüberküloz dispanser ekibindeydi. Suat Seren zamanında Muş başlayacak, kimse gitmiyordu. Sebep de, mukavele ücreti için Maliye ile anlaşan doktorlar muayenehanesini kapayacak ve 300 Tl tazminat alacaklar. Bana da "Senin iş yürümüyor, kimse gitmiyor", diyordu. "Böyle mukavele olur mu?" dedim. Neyse, Azizoğlu Bakanlıkta, "Nusret Bey nasıl başlayacak?" dedi. "Maliye'ye iyi bir mukavele ücreti kabul ettirmeniz lazım", dedim. "Nedir iyi?" dedi. Hazırlık yaptım. Sosyalleştirmeye ait yeşil kaplı kitapta vardır. Hazırladım verdim. "Maliye bunu kabul ederse hekimlerin gideceğini tahmin ediyorum", dedim. Çıkardı. Bir hekim 3-4 bin lira para alıyordu. Türkiye'de bütün meseleler, işin bilim olarak öğrenilmemesinden ileri geliyor. Sağlık Müdürleri  ve   halk    sağlığı   uzmanı   olanların    maaşı,   hastane   uzmanlarından  500  Tl   fazla  idi.  Çekici yapabilmek için sadece para değil, hastane uzmanından daha önemli olduğunu göstermek lazım. Sağlık Bakanlığının kendi personeli hakkındaki tutumu hepten olumsuzdur. Bu konuda söylenecek çok şey vardır. Bu kabul edildikten sonra Muş doldu. 12 tane uzman Muş'a tayin edildi. Bunların arasında Ali Gürçay da vardı. ABD'den yeni dönmüştü. Şu anda Çukurovada profesör. O sırada Muş böyleydi, ama, doğunun vaziyeti perişandı. Bitlis valisi Abdullah İğneciler bir gün telefon etti. "Hastaneden son hekim de gitti", dedi. "Anahtarı kime teslim edeyim? Kapıcıya mı" dedi. Alay etti adam benimle. Hiç unutmam. 1964 senesinde Bitlis Hastanesine de 12 kişi gitti. Ağrı'ya ve Van'a da gitti. Hekim zorunlu olmadan istekle geliyordu. Sosyalizasyon kanununa adil rotasyona dair bir hüküm koymuştuk. Gittiğimde bana sorulan soru "hep orada mı kalacağız?" idi. Tabii hayır. Üç senelik mukavele yapıyorsunuz. 3 yıl kalacaksınız. 3 yıl sona hangi iller sosyalleştiriliyor ise oralara öncelikle atanma sizin hakkınız olacak. Planda hangi yılda hangi ilin sosyalleştirileceği de belli. Sanıyorum, paranın yanında bunun da etkisi oldu. Çünkü öyle oluyordu ki, 15 yıl sonra İstanbul'da görev alması mümkün olacaktı genç bir uzmanın. Bunun önemini Müsteşarlıktan ayrıldıktan 3 yıl sonra daha iyi anladım. Hacettepe'de göreve başladığımda, Muş'ta Hasan diye bir asabiyeci vardı. O geldi. "Siz 3 yıl sonra sosyalleştirilen illere nakledileceğimizi söylemiştiniz", dedi. "Evet" dedim. "Malatya'ya naklimi istedim, yapmadılar". Müsteşara çıkmış Müsteşar Faruk İlker "Ben Muş'a asabiyeciyi nereden bulayım? Tayin edebilirsem senin naklini  düşünürüz", demiş. İstifa ettiğini söyledi. Bakanlığın, personeline karşı saygısızlığının sınırı yoktur.

Z.Ö. - Muşt'taki hizmetlerin bir yıllık denenmesinin değerlendirilmesini sormak istiyorum.

N.F. - Muş'ta hizmet denenmedi. Deneyim kazanıldı. Bir değişiklik de yapılmadı. Bu arada 154 sayılı yönerge hazırlandı.

Z.Ö. - Onun yazılışında kimlerin emeği var?

N.F. - Birinci derecede sorumlu Soyaslan idi. Akıl hocası da Muzaffer Akyol idi. İlk taslak iyi birşey değildi. Değişiklikler yaptım. Beğenmedim diye Abdurrahmanın canı sıkıldı. Çok hassas çocuktu.

Z.Ö.  - Muş'taki çalışmalar bilimsel bir şekilde değerlendirilmedi mi?

N.F. - Hayır. Sadece gözlem yaptık. Klasik yönetici gibi. Ondan sonra değişiklik yapılmadı zaten. Hâlâ aynı yönerge gidiyor. Fena da yazmamışız yani.

Z.Ö. - 1978 de Alma-Ata Konferansı yapıldı. Bir de bildirge yayınlandı. Bildirgede bütün Dünya ülkelerine önerilen ilkeler, ondan 17 yıl önce kaleme alınmış olan sosyalleştirme yasasında var. Örnek vereyim; sektörler arası işbirliği konusunda yasanın getirdiği Kurul var. Sosyalleştirme Kurulu. Bu Kurulda pek çok sektör temsilcisi de var. Bu fikir nasıl doğdu? Neden gerek duydunuz bu Kurula?

N.F. Aynı gerekçeyle duydum. Bu kurulu çok savunanlardan birisi de Sabahattin Payzın'dı. Dünya ölçüsünde fikir o zamanlar da vardı. Bizim icadımız değildi. Aklımıza yattığı ve doğru bulduğumuz için aldık. Dünya Sağlık Teşkilatı'nda fikirlerin Asamblenin önüne çıkabilmesi için uzun süre hazmedilme zamanı lazım. Biz avantajımızı hemen koyduk. Kanun, hekimlerin kamuda tam süre çalışmasını getirdi. İsterse özeli seçer. Kamu sektöründe çalışmak isterse tam-gün çalışır. Türkiye'de çok tartışılan ve hekimlerin Tevfik Sağlam Paşa'dan başlayarak, hoşlanmadığı nokta bu. Azizoğlu Muş'taki uygulamaları çok beğendi. "Muayenehane olmaması fevkalade birşey. Arkadaşlar bütün zamanlarını hizmete veriyorlar. Biz bunu yayalım. Bir kanun çıkaralım. İsteyenlere Batı'da da bu sistemi uygulayalım", dedi. Tam-gün lafını da full-time olarak Azizoğlu çıkarmıştır. "Bir kanun tasarısı hazırlayalım. Ben Meclis'ten çıkarırım" dedi. "Sakın böyle bir kanun çıkarma", dedim. "Sistemi bozmayın. Olumsuz etkiler", dedim. Osman'ı çağırdı ve "Bir tam-gün kanun tasarısı hazırla", dedi. Tam gün kanununu hazırlayan Osman Yaşar'dır. Hazırlamış, Başbakanlığa sevkedilecek. Paraf etmem gerek. Bana getirdi. Baktım, "Ben bu işi zararlı görüyorum. Bakan istiyorsa götür imzalasın. Ben paraf etmem", dedim. Bakana imzalattı ve sevkedildi. Her nedense sosyalleştirmedeki model içinde tam günü savunan ben olduğum için, o kanunun da benden çıktığını sanıyorlar. Bu kanun sosyalleştirmeyi kötü etkilemiştir. Sen, doğudaki adama verdiğin parayı batıda da verirsen adam neden doğuya gitsin? Neden sisteme girsin?

Tasarı Meclis'e sevkedildi. Yusuf Azizoğlu'nun bakanlık süresi yetmedi. Kemal geldi. "Meclis'te hangi tasarılar var?" dedi. Şunlar var. Yalnız bu tasarı zararlı. Yusuf beye söyledim dinlemedi", dedim. "Bunu geri çekin isterseniz", dedim. "Yok, çekmek doğru olmaz. Üzerinde durmayız kadük olur" dedi ve onun zamanında hiç konuşulmadı. Fakat CHP hükümetinin de ömrü yetmedi. Düştüler. Faruk Sükan geldi bakan oldu. Bakanla birlikte odada oturuyoruz  Hamdi Açan da var. "Mecliste ne kanunlar var?" dedi bakan. "Şu, bu var bir de bu var" dedim. "Yalnız bu zararlı bir kanun, çıkmaması lazım", dedim. Hamdi parladı. "Sen zaten hekim düşmanısın", dedi. Kabaca davrandı. Adalet Partisinin bana karşı olan tutumunu bildiği için bana saygılı olmak zorunda değildi. Halbuki, onu Genel Müdür yapan benim. Hamdi de kararnameyle atanan müdürlerdendir.Çok tartışılan umum müdürlüklerdendir. Faruk Sükan'ın benim tutmadığım şeyi tutması lazım tabii. Hemen çıkardılar.

Z.Ö. - Mete Tan zamanında çıkan?

N.F. - O ikincisi. Mete zamanında tam-gün çalışma zorunlu oldu. Birincisinde isteğe bağlı idi. Personel Kanunu ile kalktı sanıyorum.

Z.Ö. - Efendim, Alma-Ata'da gördüğümüz halkın katılımı konusu var. Sosyalleştirmede de "sağlık ocağı sağlık kurulları" var. Bakıyoruz, muhtar, imam, öğretmen, köyden seçilmiş kişiler bir kurul oluşturuyor ve halkla ocak hekimi zaman zaman bir araya geliyorlar, konuları tartışıyorlar. Bunun doğuşu nasıl oldu?

N.F. - İsimden başlayayım. Sosyalizasyon, bazılarının sandığı gibi sosyalizmle ilgili bir terim değildir. Sosyalizasyon topluma uyum sağlamak demektir. Sosyolojide, çocuğun sosyalizasyonu diye bir hikaye vardır. Çocuğun yaşadığı toplumla bütünleşmesi demektir. Kelimenin kökeni burada. Amacım, hizmeti toplumun, halkın hizmeti haline getirmek olduğu için sosyalizasyon kelimesini seçmiştim. Sosyalizasyonu Payzın Türkçeleştirdi. Bu fikir de benim icadım değil, vardı. Bu kelimeyi kullanmak zorunluydu. Ben bunları okuyarak öğrendim. Biliyorsunuz ben diplomalı halk sağlığı uzmanı değilim. Alaylıyım.

Z.Ö. - Muş'taki ilk uygulamalarda sağlık kurullarını görmüyoruz. Neden?

N.F. - Nedeni bürokratlar. Osmanlı'dan gelme alışkanlıklarını sürdürürler. Benim de üzerine fazla düşmediğimi söylemem lazım.

Z.Ö. - Sosyalleştirmeye karşı olan üst düzey yöneticilerden sözedelim. Herhalde sosyalleştirmenin bugünkü durumunda onların da payı olsa gerek.

N.F. - Edip Somunoğlu'ndan bahsedeceğim şimdi? Bakan olarak en üst düzeyde o tabii. Bu işin uygulanamayacağını Suat Seren gibi o da savunurdu. Müsteşarlıktan ayrıldıktan sonra 1967 de İkinci Beş Yıllık Plan hazırlanıyor. Edip bey zamanında Sağlık Bakanlığı sosyalleştirme kelimesinin çıkarılmasını öneriyor Devlet Planlama Teşkilatına. DPT buna karşı çıkıyor. Sosyalleştirme planı bugüne dek yaşadıysa, DPT'nin büyük payı vardır. İş çözümlenemediği için Yüksek Planlamaya dek gidiyor. DPT uzmanlarından dinledim: Süleyman Demirel başkanlığında Kurul toplanıyor ve Edip Somunoğlu da bu işin uygulanamayacağını ve değiştirilmesi gerektiğini savunuyor. DPT uzmanları da başka türlü çözüm getirmenin mümkün olmadığını, değişiklik yapılmaması gerektiğini savunuyorlar. Süleyman Bey Edip Beye alternatifini soruyor. O zaman Edip bey kekelemeye başlıyor. Süleyman Bey, "Meselenin çözümünü anladım", diyor. "Uygulandığı kadar uygularsınız. Bu mesele halledilmiştir", diyor.

Z.Ö. - Sosyalleştirmenin sizin istediğiniz hızla gelişmemesinin nedenleri nedir?

N.F. - Çok neden var. Bir defa finansman sorunu çözümlenemedi. Bunun çok büyük sorun teşkil edeceğini bildiğim için Birinci Plan hazırlanırken, sadece sağlık plan yatırımını değil, Sağlık Bakanlığının cari bütçesini de plana koydum ve kabul ettirdim plancılara. Birinci Beş Yıllık Planı inceleyen görür ki, Sağlık Bakanlığından başka Bakanlıkların cari harcama bütçesi yoktur. En önemli meselelerden biridir ve daima Maliye ile cari bütçede ihtilafa düşmüşüzdür. Yusuf gittikten sonra Fahrettin Kerim bir ay bakanlık yaptı. Kemal Demir gelmeden önce. Bütçe meselesinde Maliye ile her zamanki gibi anlaşamıyoruz. Ferit Melen de Maliye Bakanı. Fahrettin Beye niçin paranın alınması gerektiğini izah ettim. Fahrettin Bey ile Bakanlar Kuruluna gittik. Maliye Bütçe Kontrolden adamlar var. Bakanlar Kuruluna Ekrem Alican başkanlık ediyordu. Söz verdi. Planda olduğunu izah ettim. Yatırımın yapıldığını, yapılan yatırımların işletilebilmesi için para lazım olduğunu, bunun gayet doğal olduğunu, para verilmiyorsa yatırımın gereksiz olduğunu, bunun için verilmesi lazım geldiğini söyledim. Ferit Melen gayet sinirliydi. O da denge olsun diye kendi memurlarına söz verdi. Onlar da bütçe dengesinden bahsettiler.

"Planlamanın cari bütçeye karışma hakkı yoktur. Bu Maliye Bakanlığı'nındır. Plana girmemesi lazımdı. Herhalde yanlışlık olmuştur", dediler. Bunun üzerine tekrar söz istedim. "Eğer bu para verilmeyecekse yatırım bütçesinden cari bütçeye aktarma yapın", dedim. Tamamlanmış yatırımlar işletmeye açılsın. Gereksiz yatırıma gerek yok", dedim. Ekrem Bey "olmaz" dedi. Yatırım bütçesinin kendi içinde dengesi vardı. "İndirilemez", dedi. İş sıkışık hale geldiğinde İlyas Seçkin, o zaman Bayındırlık Bakanı idi, söze karıştı. Ferit Bey "olmaz" diyor, ısrar ediyor. Bana da iltifat sayılacak laf söyledi. "Bürokratlar arasında 3 kişiden çekinirim. Biri de bu Müsteşar" diyerek. İlyas Seçkin müdahale etti. Ekrem Bey ondan önce müdahale etti. "Ferit Bey, paran yok biliyorum ama ben de Maliye Bakanlığı yaptım", dedi. "Maliyecilerin daima köşede bucakta kalmış paraları vardır. Müsteşar haklı. Yapılan yatırımların işletilmesi lazım", dedi. Ferit Bey çok inatçı adamdı, "olmaz" dedi. Halk Partili İlyas araya girdi. Sözü geçen bakanlardandı da. "Ferit Bey 10.000.000 Tl versin" dedi. "Geri kalanı da sene içerisinde ek ödenek olarak isteyip alırlar", dedi. Ben hemen Bakana; "Kabul etmeyin Bakan bey, vermezler sene içinde ek ödenek olarak", dedim. Fahrettin Bey İlyas Beyden direktifi aldığı için, "Kabul ediyorum", dedi. İş öyle kapandı.

Z.Ö. - Sonra o ek ödeneği alabildiniz mi?

N.F. - Alamadık. Sosyalleştirmenin yürümemesinin en önemli nedeni harcamalarda Maliye'nin koyduğu kısıtlamalardır.

Z.Ö. - Efendim, 3 bürokrattan birisi siz. Diğer ikisi kimler?

N.F. - Biri İhsan Doğramacı. Öbürünü hatırlamıyorum. Bir mühendis.

Z.Ö. - Efendim Aile Planlaması yasası Meclis'te tartışılırken birisi "Müsteşarın inadı yüzünden bu yasa çıkıyor" demiş. Kim bunu diyen?

N.F. - Sanıyorum Burdur milletvekili Faruk Kınaytürk olacak. Bir kişinin gücü yetmez bu işe. Ben ortalıkta dolaşan birisiydim. Finansman konusu çok önemli tabii. İkincisi hekimlerin istihdam meselesi. Mukavele  ile istihdam ortadan kalkınca devlet memuru maaşıyla hekim çalıştırılamaz. Dünyanın hiçbir yerinde olmamış ki burada olsun. Personel istihdam meselesinde Sağlık Bakanlığı hekime yeter saygınlığı göstermez ve sözlerini tutmazsa olmaz. Rotasyon hekimler için çok önemli. Bakanlığın suçlarından birisi de personeline gerekli güvenceyi vermemiş olmasıdır. Bu da sosyalleştirmenin gelişmesini engelledi.

Genel olarak politik düzenin değişmesinin de rolü var. Kanun çıktığında hükümet demokrat bir hükümet değildi. Hizmetlerin emirle yürütülebileceği havası vardı. Sistem değiştiğinde bir kısım halkın şikayetleri sosyalleştirmede etkili olmaya başladı. 1963 de Muş'a gittiğimde herkes memnun, ama eşraf memnun değildi. Eşraftan biri, "Müsteşar Bey bu ne biçim hizmet", dedi. "Eskiden 10 Tl. verirdik, doktor evimize gelirdi", dedi. "Şimde elin köylüsüyle birlikte sağlık ocağında sıra bekliyoruz", dedi. Demokratik düzende bu önemli bir itiraz konusu. İkincisi, ilk karşılaşılan zorluk Diyarbakır'da olmuştur. Muayenehane kapama hikayesi güç geldi. Çünkü buradaki hekimler hem muayenehane hem devlet hizmetini koruma arzusundaydılar. Devlet hastanesinde olmak muayenehaneye güç sağlar. Bunların da politik organ yönünden etkisi çok büyük. 1963 gezisinde Faruk Sükan'a, "Biz muayenehanemizi kapamasak olmaz mı?" demişler. "Kanunun ne kadar yaşayacağı belli değil. Kapatmayın", demiş. Muayenehane kapamak istemeyen hekimlerin de baskısı var tabii. Sosyalleştirmenin başarıyla yürütülebilmesi için politik tazyikten korumak ve disiplini koruyabilen hekimlerle insan ilişkilerini olumlu hale getirebilen bir yönetimin olması lazım.

Z.Ö. - Faruk Sükan'ın biraz önce değindiğiniz sözünü kimden işittiniz?

N.F. İrfan Özer'den. Sağlık Müdüründen. Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Kanununun uygulanmasını güçleştiren en önemli sebepler bunlar. Bunun yanında sağlık yönetimi kadrosunun oluşmamış olması da hesaba katılmalı. Muş'un üzerine hepimiz titredik. Gittik, geldik, aksaklıkları saptadık. Herkes sistemi anlayarak uygulamaya başladı. Sonraki 4 ile de aynı ilgi gösterildi ve oralara Muş'tan pek çok hekim öncü olarak gitti. Sıkıntı olmadı. Sayı arttığında sağlık hizmetlerinde sosyalleştirilmede nasıl çalışmanın lazım geldiğini bilen bir yönetim kadrosu da yoktu. Bir örgüt, iş yapan bir kurum, hekim tarafından yönetiliyorsa muhakkak meslekten gelen ve işi bilen bir yönetici olması gerek.

Biz de sağlık yöneticiliği maalesef işi masa görevi olarak kabul eden insanların elinde kaldı. Dünya Sağlık Teşkilatı'nın bir uzmanı gelmişti. Hazırladığı bir rapor vardır. Sağlık müdürlüğü için posta memurluğu lafını kullanmıştır. Ağır bir laftır. İlçelerden gelen haberleri Bakanlığa, Bakanlıktan gelen haberleri ilçelere gönderirler. Yalnız bu işi yaparlar diyor. Bu doğrudur. Böyle bir yönetici kadrosuyla bu iş gelişmezdi tabii. Yöneticiliği cazip hale getirmek gerekti. Müsteşarlığım sırasında ilk defa sağlık müdürleri toplantısı Bakanlıkta yapıldı. Sağlık sorunları tartışılıyordu. Bir sağlık müdürü kalktı, sanıyorum Bolu Sağlık Müdürüydü: "Ben şu kadar yıldır bakanlıkta çalışıyorum. İlde hep kendimi küçük hissederdim. Bakanlık hekimleri çağırır sorunlarını dinlerdi. Biz kimsenin aklına gelmezdik. İlk defa bizi çağırdığınız için, aklınıza geldiğimiz için teşekkür ederim", dedi. Bakanlığın yönetim kadrosu bu haldedir. Sosyalleştirme gibi oldukça teknik ve yeni bir modelin böyle bir kadro elinde başarıyla gerçekleşmesini beklemek iyimserlik olur. Yönetimde paket önlem diye bir terim vardır. Bir projenin başarılı olabilmesi için bütün yönlerinin beraber ele alınması lazım. Bir yasa, bir zorunlu hizmet kanunu çıkarmak yetmez.

Z.Ö. - Efendim, hiç destekleyen olmadı mı? Halktan ya da diğer kademelerden?

N.F. - Herhalde vardı ki şimdiye dek yaşadı. Beni etkileyen iki olgu vardır. Biri Milliyet Gazetesinde bir Muş gezisine ait ropörtaj. 1963 de. Bunu okumak lazım. Ropörtajı yapan ropörtajın başına şöyle yazmış: "Gökte Allah, Yerde Sosyalizo". Bu Muş'taki köylünün reaksiyonu. Bunu hiç unutmam. Muş'un bir köyündeki bir sağlık ocağına köylü gelmiş. Köylüyle birlikte bir adam daha gelmiş. Hastayı takdim etmiş. Kızıldağ Sağlık Ocağı olabilir. Doktor "sen kimsin?", demiş. "Ben köyün ağasıyım", demiş. Ağaya "Dışarı çık", demiş. Bu Muş'taki ağa için hazmedilecek hikaye değil tabii. Ocak hekimine birşey diyemez, ama gücü yettiğince otoritesinin kırılmasını istemez tabii. Onların alıştığı hükümetle ne işleri varsa ağa ile beraber gelmek. Düzen o.

Z.Ö. - Kanunda bir madde var. Diyor ki, alt yapı kurulmadan binalar yapılmadan o il sosyalleştirilmez. Bunu bilerek mi koydunuz? Amaç  neydi?

N.F. - Ben koymadım. Nusret Karasu koydurdu. Herhalde daha tecrübeli olduğu için. Önermişti, hoşuma gitti, koydum. Ben istenildiğinde herşeyin verileceğini düşünmüştüm. Kondu ama hiçbir zaman uygulanmadı.

Z.Ö. - Efendim, hem 224 sayılı yasada, hem de Umumi Hıfzıssıhha Kanununda tek elden yönetim konusu var. Umumi Hıfzısıhha Kanunu varken bunu bir de 224'e koymuşsunuz. Fakat uygulanmamış. Ne dersiniz?

N.F. - 224 sayılı kanun sağlık hizmetlerinin tek elden örgütlenmesini öngören bir kanun olduğu için orada da yeniden vurgulanması gerektiği için koydum. Milli Birlik Komitesi gibi emirle iş yaptıran bir yönetimle bu yürüyebilirdi. Burada en önemli konu, SSK Hastanelerinin Sağlık Bakanlığı tarafından yönetilmesiydi. Türk-İş kesinlikle buna karşı çıktı. Tabii, demokratik bir düzende emir-komuta ile iş yürümeyeceğinden bu iş yürümedi. Küçük örgütler de bu işe yanaşmadılar. Herkes, özellikle yüksek mevkideki yöneticiler, kendi hastanesini kullanma olanağına sahip. Örneğin, Devlet Demir Yollarındaki üst düzey yetkilinin kendi hastanesinde göreceği muamele ile Devlet Hastanesinde göreceği muamele farklı. Hiç kimse bu işten hoşlanmadı. Kanunun birçok yeri yürümedi. Bunun en önemli nedeni, kanun yapılırken işlerin emir-komuta zinciri ile yürütülmesi düşünüldüğü içindir.

Demokraside emir-komuta olmadığından bu iş yürümedi. Bugünkü değerlendirmeyi isterseniz; bugünkü demokratik düzen işleyecekse, dileğim işlemesi tabii, yeniden demokrasi kurallarına göre sağlık hizmetleri nasıl yürütülür, özellikle haklar ve görevler bakımından, düşünülerek değişiklikler yapılması lazım. Bunu pek fazla söylemiyorum. Bunun nedeni de şu: Bugünkü hükümet de sosyalleştirmenin değiştirilmesi lazım diyor. Kendi kendime gülüyorum. Zat İşleri Genel Müdürü olan imam da "sosyalleştirmenin aksayan yönlerini değiştireceğiz" demiş. Bu adamların eline koz vermemek, tartışma başlatmalarına fırsat vermemek, Nusret Fişek de böyle düşünüyor diye söyletmemek için konuşmuyorum. Demokratik düzeni, insan ilişkilerini ve sağlık idaresini gerçekten bilen bir kişinin bazı revizyonlar yapması kaçınılmazdır. Eğer hekimlere güvence veremezlerse muayenehaneyi kapamaları için çekici bir ücret veremezlerse, şimdi olduğu gibi hekimlerin çoğu muayenehane hekimi olarak kalır. O zaman da ileride muayenehane hekimlerinin bir sistem içinde nasıl toplanacaklarını hesap etmeleri gerekir. Kamu kesiminde hekimi nasıl bağlayacaklarını hesaphlamaları lazım.

Kesin olan nokta: Bugünkü gibi, hem hastane hekimi hem de muayenehane hekimi olmaz. Bunun nasıl değiştirileceğine karar vermek lazım. Bana öyle geliyor ki, İngiltere'de olduğu gibi, bu sistem içinde, özellikle şehirlerde muayenehane hekimlerini kullanma zorunluğu vardır. Bugün üniversitelerde hekimlere verilen para küçümsenecek para değil. Buna rağmen tam süre olarak üniversite içinde çalışmaktan hoşlanmıyorlar. Bunun en önemli nedeni, Tevfik Sağlam Paşa'nın söylediği hikaye. Bağımsızlıklarını kaybetmekten korkuyorlar. Hacettepe'de ilk muayenehane açan hekim arkadaşlarımdan birisi bana "muayenehaneyi para kazanmak için değil, İhsan Beyin hegemonyasından kurtulmak için açtım", dedi. Bugün iyi para verilmesine rağmen üniversitelerde tam süre çalışılmamasının nedeni hekimlerin bağımsızlığına saygı gösterilmemesidir. Hepsinin başında, Demoklesin kılıcı gibi bir rotasyon çıkardılar. Adam burada yıllarca çalışmış laboratuvar kurmuş, ekip kurmuş. Başka yere gideceksin diyorlar. Gitmez tabii.

Z.Ö. - Kanunun çıkartıldığı yıllarda, mutlaka kanuna girmesi gerektiğini kabul ettiğiniz halde kabul ettiremediğiniz, kanuna koyamadıklarınız nelerdir?

N.F. - Prim hikayesi var. Bunu Maliyeciler çıkarttılar. Mukavele yapılırken yaptıkları işten prim almaları. Bu işlemedi. Fazla bir değişiklik olmadı. Bunda herhalde Milli Birlik Komitesi üyelerinin bana gösterdikleri güvenin tesiri de var.

Z.Ö. - Adı Sosyalleştirme. Siz İngilizcede Millileştirme diyorsunuz.

N.F. - 1963 yılında CENTO yardımı çerçevesinde bir uzman davet ettik İngiltere'den. Aslında iki uzman gelmişti. Birincisi Sir John Charles'tir. İngiliz Milli Sağlık Teşkilatının kuruluşunda en üst sorumlu (chief medical officer) olan adamdır. Beyaz kitapta onun bir raporu vardır. Ondan sonra 1963'de Neville Goodman diye onun yardımcısı olan bir kişi buraya geldi. Bana "Muş'taki şeyi inceledim, yalnız "socialized medicine" terimi İngilizce'de başka anlama gelir" dedi. "Bu sistem, sosyalist ülkelerdeki gibi hastanın hekim seçme hakkının, hekimin hasta seçme hakkının hiç olmadığı sistemdir." Rusya'da biliyorsunuz bulunduğunuz bölgenin polikliniğine gitmek zorundasınız. Sen de gelene bakmaya mecbursun. Halbuki Türkiye'dekinde parasını veren istediği hekime gidebilir. Tam olarak sosyalist düzen değildir. "Bunun daha ziyade "National health services" olarak tercüme edilmesi lazım" dedi. Bunun üzerine ben doğrusunu kullandım.

Z.Ö. - Bu terimin sosyalleştirmenin başarısında önemi var diyorlar.

N.F. - Var tabii. Onun için vurguladım başta. Bunun sosyalizmle alakası yok. Türkiye'de pek çok insan komünizmi de sosyalizmi de bilmez,ama karşıdır. Ben her ikisini de bilirim, ama taraftar değilim. Türkiye'ye uyacağı fikrinde değilim. Onu da söyleyeyim; Niçin uymaz Türkiye'ye? Sosyalizmin başarılı olabilmesi için yüksek derecede disipline ihtiyaç vardır. Türk kültüründe bulunmayan şey de disiplindir. Sosyalist diye geçinenlere çok söylemişimdir: "Birgün iktidara gelseniz Marks'ın Lenin'in kemikleri sızlar" demişimdir. Bu lafı söyledim diye beni çok protesto ediyorlar.

Z.Ö. - Sizin Bakanlıkta bulunduğunuz sürede ana çocuk sağlığı hizmetleri örgütlenmesi devam etmekteydi. AÇS merkezleri, şubeleri v.s. Bu entegrasyonu nasıl planlamıştınız?

N.F. - Burada yine akademik sorun var tabii. Sağlık hizmetlerini örgütlemede iki temel model vardır. Biri tek görevli örgüt kurma (monovalan model), biri de çok görevli örgütler programı (polivalan model). Batıda koruyucu sağlık hizmetleri monovalan hizmetler şekilde gelişmiştir. Türkiye'de de böyle gelişmiştir. Yani sıtma mücadelesi için bir örgüt, trahom mücadelesi için bir örgüt, AÇS için bir örgüt. Batıda da böyledir. Bu meseleyi düşünüp tartışanların görüş birliğinde oldukları bir nokta var:Bu tarihsel gelişme talihsiz bir gelişme. Aslında hizmetlerin dar bir bölgede polivalan olarak verilmesi hizmetin gücünü arttırır. Dünya Sağlık Teşkilatının tedavi ve koruyucu hizmetlerin entegrasyonu için gayet güzel bir benzetisi vardır: Koruyucu hizmetler acı ilaca benzer. Halk tarafından pek sevilip benimsenmez. Bunları kabul ettirebilmek için acı ilacın etrafına şeker koymalı. Dünya Sağlık Teşkilatı yazılarında vardır bu. Ben entegrasyonu sadece koruyucu hizmetlerde değil tedavi hizmetleriyle beraber öngördüm. Koruyucu hizmetlerde sağlık eğitimi önemlidir. Sağlık eğitimi kişinin alışmadığı bir işe alışması demektir. Kişiyi etkileyebilmek için sağlık hizmeti yapan kişinin, etkin olması lazım. Koruyucu sağlık hizmetleri halkın istediği bir hizmet değil. İstemedikleri hizmeti halka yaptırabilmek için halkın senden birşey bekler olması lazım ki seni dinlesin. Tedavi hizmetlerinin koruyucu hizmetlere entegre edilmesinin gerekçesi budur. Ama şimdiki bakan anlamıyor bunu. Ben tedavi hizmetlerini ayırdım diyor. Orada da bazı kişileri koruyucu hizmetlere vereceğim diyor. Türkiye çok talihsiz memleket.

6. Hacettepe ve Toplum Hekimliği:

Z.Ö. - Efendim şimdi, Bakanlıktan ayrılıp Hacettepedeki yıllara gelelim. Hacettepe'ye geçişiniz nasıl oldu? Toplum hekimliği bölümünün ilk yılları nasıldı? Amaç neydi? Nasıl gelişti?

N.F. - İhsan Doğramacı ile Tıp Fakültesinde aynı sınıfta okuduk. Arkadaşlığımız, belki merhabamız bile yoktu. Mezuniyetten sonra ben Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsünde asistan iken, İhsan, Ankara Numune Hastanesinde çocuk asistanıymış. İhtisastan sonra ABD'ye gitmiş. Orada da karşılaşmadık. Dönmüş. Ben 1950 de ABD'den döndüm ve 1951'de ek görevle Ankara Tıp Fakültesinde göreve başladım. Biyokimya öğretim görevlisi oldum. Karşılaşmamız o zamana düşer. Müşterek sorunlarımız da yoktu. Bir süre sonra İhsan, Bahtiyar Demirağ'dan ayrılarak bir çocuk kliniği kurmak için çalışmaya başladı. Yıl 1953. Ben Refik Saydam'da İlaç Kontrol Şube Şefi olarak çalışıyorum. Epey ilerledi İhsan'ın çalışmaları. Hacettepe'den önce Cebeci'de bir yerde bir merkez açtı. Hacettepe kurulmaya başlandığı zaman bana "Hıfzıssıhha Enstitüsünden ayrıl, Hacettepeye hastane kuruyorum. Çocuk sağlığı merkezi kuruyorum. Ben klinikleri sen de araştırma işlerini idare edersin", dedi. "Yerimden memnunum", dedim. Ama iyi bir iş yapmak istiyordu. İyi fikirleri vardı. Hastane ve bir dernek kurdu: Çocuk Sağlığı Derneği. Ben de derneğin yönetim kurulundaydım, üyeydim galiba. Münasebetlerimiz Hacettepeyle o zaman başlar. 1961'de Hacettepe Hastanesi yandığı zaman hastalar geçici olarak Ankara Hastanesine taşındı. O zaman Müsteşardım. İlişkimiz vardı.

Müsteşarken bir gün bana geldi. "Çocuk Sağlığı Enstitüsünü fakülteye çevirmek istiyorum", dedi. Tıp eğitimindeki yeni gelişmeleri de takip ederdi. "Toplum hekimliğine yönelik eğitim yapan bir fakülte kuracağım", dedi. Dr.K.W.Deuschle Toplum Hekimliğini çıkaran adamdır. Türkiye'de kalmıştır. Dr.Deuschle bizim evde kardeşimin katında kiracı olarak kaldı. Ahbaplığım orada başladı ve fikir düzeyinde ondan çok istifade ettim. 1962-63 seneleri. İhsan da tanıyor. Zaten Münevver'i Deuschle'in yanına göndermişti bu maksatla. "Peki", dedim. DPT'da plan hazırlanıyor. Tıp Fakülteleri toplumsal eğitime yönelik olacaktır hikayesi. Birinci planda vardır. Onu İhsan'ın söylemesi üzerine plana koydum. Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Kanununun yürütülmesi için tıp eğitiminde öğrencilerin oraya yönlendirilmesi lazım geldiği kanaatine vardım. Hacettepe'den İhsana'a, Ankara'ya, İstanbul'a ve Ege'ye yazdım. "Öğrencilerinizin sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi ve sağlık ocağı hususunda fikir sahibi olması lazım,size uygulama bölgeleri kurayım; öğrencilerinizi staja çıkarın", dedim. Etimesgut, Torbalı, Abidin Paşa bu girişimlerin ürünleridir. İhsan, "Etimesgutu biz geliştiririz" dedi. O zaman gerçekten topluma hizmete çok meraklıydı. Bismil'de Köy Sağlığı Enstitüsü kurmuştu ve Sevinç Beyi göndermişti.  O zamanki tutumları toplumcu olduğuna dair çok inandırıcıydı.

Etimesgut kuruldu ve Sevinç Bey başına geçti. 1965'de Adalet Partisi geldiğinde "Nusret, bu adamlar nasılsa seni atacaklar. Sen istifa et gel bizde Toplum Hekimliği Enstitüsü Müdürü ol" dedi. O zaman Toplum Hekimliği Enstitüsü Müdürü Doğan Karan idi. Üç enstitü kurdu o zaman tıp faklütesinde. Klinik Bilimler Enstitüsü, Temel Bilimler Enstitüsü ve Toplum Hekimliği Enstitüsü. Bu işe ne kadar büyük önem verdiğini gösteriyor. "Ben sonuna kadar burada kalacağım", dedim. 1965 seçimini Adalet Partisi kazandıktan sonra Cumhurbaşkanına giden değişme kararnamelerinden birisi de benimki. Duyuldu tabi. Yine geldi. ısrar etti. "Yok" dedim. "Neticeyi beklemem lazım", dedim. Netice de belli. Biliyorsunuz Cemal Paşa reddetti. Üç kişinin kararnamesini imzalamayacağını ziyaretinde Demirel'e söylemiş. İller Bankasında Selahattin Babüroğlu'nun, benim ve Ziraat Bankası Genel Müdürü Akil Kitapçı'nın: "Cumhurbaşkanlığı bana bu iltifatı gösterdikten sonra bu mümkün değil", dedim, İhsan'a. "Cumhurbaşkanlığı'na saygısızlık olur", dedim.

Cemal Paşa ABD'ye gittikten sonra benim kararnamem imzalandı. İmzalayan da o zamanki Cumhurbaşkanı vekili, eski müsteşarımız, paşamız İbrahim Şevki Atasağun. Sonra duydum: Milli Birlikçiler, "Niçin bu işi yaptın? Senin Nusret'i tanıman lazım", demişler. "Sizin Bakanınıza sordum ve bu işi yaptım," demiş. Ragıp'a sormuş. O zaman Ragıp AP senatörü. Gayet doğru söylemiş. "Çok dürüst, çalışkan, bilgili adamdır. Ama kendisiyle beraber çalışmak güçtür. Bildiğini, inandığını yapar", demiş. Ragıpla iyi geçindik. Çünkü hiçbir şeye karışmazdı. Yalan söylememiş Ragıp yani. Beni tekrar Danışma Kurulu Başkanı yaptılar kararnameyle. Ben de istifa ettim. İstifamı yürürlüğe koymadılar. İşe de gitmedim iki ay kadar. Hacettepeye gelir giderdim.

Hacettepe'de İhsan, Atama Kurulu kurdu. Benim de doçentlikte sürem dolmuştu zaten. Kurul Başkanı Muhittin Erel idi. Kurulda Sıtkı Velicangil vardı. Halk Sağlığında adı geçen profesörlerin hepsi vardı. Halk Sağlığı profesörlüğümü onayladılar. Ankara Üniversitesi Senatosunca atandım. Doçentliğim bakteriyolojiden, profesörlüğüm toplum hekimliğinden. Sonra İhsan dosyada kağıtları değiştirmiş, bakteriyoloji profesörü yapmış 1970'den sonra. Öyle derler. Gidip dosyama bakmak lazım. Bana tebligat yapılmadı. Resmi Gazetede Terfien Toplum Hekimliği profesörlüğüne atanmıştır diye yazar.

Z.Ö. - Buradaki ilk yıllarınız?

N.F. - Hacettepe'de 1970'e kadar çok büyük destek gördüm ve Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesinde yaptığımız modelin işlerliğini göstermeyi amaçladım. Ben değil de, arkadaşlar, siz gösterdiniz Etimesgut ve Çubuk'ta, bu modelin Türkiye'de ebeler, hemşireler ve hekimlerle işletilebileceğini gösterdiniz. Amacımın biri bu idi. İkincisi, yönetici kadronun yetiştirilmesi. Hıfzıssıhha Okulu programı başarısız bir teşebbüs oldu. Adam yetiştirmek istedik, adamlar yetişmedi. Tatbikat sahası yapalım dedik, o engellendi. Öğrenci gelsin dedik, iyi bir yönetici kadrosu teşkil edecek bir öğrenci kitlesi gelmedi. Yürümedi. O zaman anladım ki, Anglo saksonlar haklı. Bu işi niçin üniversite içinde yapıyorlar? Üniversite dışında bilim kolay hikaye değil. Bizim kültürümüzde diktatörlük esas olduğundan, hükümet kadrosu içinde bilim gelişmez. Bunu Hacettepe'de yapabileceğimi sandım ve başardım da. YÖK gelene kadar. Siz yetiştiniz. Kaç uzman yetiştirdik. Hepsi bu alanda kalmadı. Çünkü çekici değil. Ama kalanlar önemli bir potansiyel yarattılar Türkiye'de. Yarın bu kargaşa bitecek ve halk sağlığı da Türkiye'de bir bilim olarak gelişecektir. Akgün'ün Dekan iken söylediği sözü hatırlarım." Hocamız Toplum Hekimliği hikayesini pek sevmez. Sen kendine bir fakülte aç git de rahat edelim", dedi. Hakikaten Toplum Hekimliği Enstitüsünde müstakbel halk sağlığı fakültesinin çekirdeğini kurmuştuk ve gelişmek üzereydi.

1971 Ocak ayında İhsan Doğramacı'da fikir düzeyinde büyük bir değişiklik oldu. O tarihten bu yana da bağdaşmamız mümkün olmadı. Bana öyle geliyor ki, bunda tamamen siyasi eğilimlere uyum sağlamak isteği önde geliyor İhsan Beyde. Toplum Hekimliği Enstitüsü ve halk sağlığı eğitimini durdurma isteği de bundan kaynaklansa gerek. YÖK'ün kurulduğu zaman 1982'lerde dersteyim. Hademe bir kağıt verdi. Doğan Taner'den, dekandan. "Dersten sonra dekanlığa gelebilir misiniz? İhsan Bey sizinle görüşmek istiyor", diye. Gittim. Doğan Taner, Turan Kutkam, ben ve İhsan vardı. "Toplum Hekimliği Enstitüsünü kapatıyoruz, ismini Halk Sağlığı ve Hijyen yapacağız," dedi. "İsim değiştirmenin önemli olmadığını" söyledim. "Yapılacak iş önemli" dedim. "Hijyen doğru bir laf değil, yanlış", dedim. Nedense anlattıklarım aklına yatmış ki bugün adı Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı oldu. İşi sağlama bağlamak için, Süleyman Sağlam rektördü, ona söyledim. "Hoca, İhsan Bey ile senin arana sokma beni", dedi. YÖK Teşkilat Kanununu yaptı. Enstitünün muhafazasının lazım geldiğini Milli Eğitim Bakanlığına gidip, söyledim. O zaman MEB müsteşarı Osman diye bir generaldi. Ona anlatmaya çalıştım. "Bu hususu Başbakanlığa gönderdik. Bizim yapacağımız birşey değil", dedi. Pek ilgilenmedi. Zeyyat Baykara Başbakan Yardımcısıydı. Müsteşarlık arkadaşım. O Maliye, ben Sağlık Bakanlığı müsteşarıydım. Ona da anlattım. "Dünyadaki her gelişmiş ülkenin Üniversitesinde halk sağlığı fakültesi vardır", dedim. Beceremedi. Milli Güvenlik Konseyi'ne gittim. Oraya gidince Genel Sekreterliğe yazı yazdım. Bir hava tuggenerali telefon etti. "Görüşebilir miyiz?" dedi. "Olur" dedim. Dünya Sağlık Teşkilatının Hıfzıssıhha Okullarıyla ilgili katoloğu vardır. Onu da götürdüm. Anladı. "Komutanlarıma arzedeceğim. Sizi tekrar çağırabilir miyiz?" dedi. Çağıran olmadı. YÖK'e sormuşlar. Biz bu işi sürdürüyoruz. Bu işi Sağlık Bilimleri Ensütitüsü yapacak", demiş. İhsan'a put gibi taptıkları için bizim söylediklerimiz boşa gitti. Bugünkü duruma geldi. Bundan sonra, hayatta kaldığım süre içinde benim söylemekten başka yapabileceğim bir şey yok. İş sözlere kalıyor. Türkiye'de sağlık yönetimi bir bilim ve meslek olarak yerleştirilmedikten sonra sağlık hizmetleri gelişemez. Sağlık yöneticisi yetiştirilmeden bu hizmetler gelişemez. Görevinizin bu olması lazım. Yapacağınızdan hiç kuşkum yok. Kötümser değilim. Şu bakımdan: Sosyal gelişmeler sinüsoid bir eğilim takip ederler. Yani alçalır ve yükselirler. Şimdi alçalma döneminde. Bu yükselecektir.

7. Son Soru - Son Cevap:

Z.Ö. - Zor bir soru sormak istiyorum size. İşlere yeniden başlasaydınız, yıl 1938 olsaydı; Fakülteden yeni mezun olsanız, hangi yolu seçerdiniz?

N.F. - Fakültede Klinik hekimliği seçerdim. Çünkü fakültede bana doğru yolu göstermediler. Bu yolu zorunlu hizmetim olduğu için seçtim. Müsteşar beni buraya itti. "Zorunlu hizmetin var. Memlekete hizmet edeceksin", dedi. Beğendim de. Ama bugünkü bilgilerim olsaydı, yine aynı yolu seçerdim. Hiç kuşkusuz. Bu yoldan ayrılmak için elime hiç fırsat geçmedi değil. Pekala Türkiye'yi bırakıp Dünya Sağlık Teşkilatına uzman olurdum. Çalışan adam olduğuma göre yükselebilirdim de.

Z.Ö. - Bu teklif yapıldı sanıyorum size?

N.F. - 1955 senesinde Aşı Serum ve Kontrol Şubesi Müdürüyken Lion'da bir toplantıya gittim. Biyolojik Standardizasyon toplantısına. Tetanoz antitoksini üzerinde İngilizce yayınlarım vardır. Bir teklif geldi. Tetanoz aşısı konusunda bir yazı yazar mısınız? diye. Yazdım. Tartışıldı. Dünya Sağlık Teşkilatı Biyolojik Standardizasyon Biriminin seksiyon şefi de tartışmadaydı. Dr.Lui. Toplantıdan sonra bana "DST Biyolojik Standardizasyon bölümünde çalışmayı kabul eder misin?" dedi. "Düşünürüm. Ama 2 yıldan fazla kalmam", dedim. Ertesi gün bana, "Seni Cenevre'de bekliyorlar. Uğrar mısın?" dediler. Toplantıdan sonra Cenevre'ye gittim. Patronlarıyla tanıştırdı. "Hükümet izin verirse gelirim", dedim. "Hükümetten izin almaya mecbur değilsin", dediler. "Ben Türkiye'den tamamen kopmak niteyinde değilim", dedim. Ülkeme döndüm. Hakikaten başvurdular ve ısrar ettiler. O zaman Behçet Uz Bakan idi. "Olmaz" dedi. Ben de gitmedim.

Z.Ö. - Bu görüşme fırsatını verdiğiniz için çok teşekkür ediyorum.

 




* 21 Ekim 1946 da açılan IX.Ulusal Tıp Kongresi'nde, Sağlık Merkezleri kuruluşunu öngören ve "Behçet Uz Planı" diye bilinen "Türkiye'nin On Yıllık Sağlık Planı" ayrıntılarıyla tartışılmıştır. Ne bu Kongre'de ne de yazılı olan planda "Sağlık Ocağı" terimi hiçbir şekilde kullanılmamıştır (R.Dirican).

 

BAŞA DÖN.....ANA SAYFA.....SAYFA BAŞI