Kasım 1992
Nusret Hoca'yı Anarken
Yıl 1972, pırıl pırıl güneşli bir Mayıs sabahı... Nusret Hoca bir süredir rahatsız olduğu için o gün birlikte onun evinde çalışacağız. Karnım burnumda ve içimde müthiş bir sıkıntı. Cinnah Caddesi'ndeki apartmanın merdivenlerini ağır ağır tırmanıyorum. Hoca'nın dairesinin kapısına yaklaştıkça yüreğim büsbütün sıkışıyor. O gün sabaha karşı, Deniz, Hüseyin ve Yusuf idam edilmişler. "Şimdi biz birbirimizin yüzüne nasıl bakacağız, ne diyeceğiz birbirimize?" diye düşünüyorum. Gerçekten de diyecek bir şey bulamayoruz, saklayacak bir ayıbımız varmış gibi gözlerimizi kaçırıyoruz sanki birbirimizden. Hoca ile o gün, yalnızca bir acıyı değil, insanın en temel hakkı olan yaşama hakkının ihlal edilmiş olmasının utancını sessizce paylaşıyoruz... İki gün sonra, Nusret beyin, oğlumun doğumunu kutlamak amacıyla bana gönderdiği kart, herşeye rağmen sevinç ve umut taşıyor, güzel günlerden sözediyor.
1980 yılı sonrasında ne yazık ki Nusret Hoca ile hiç karşılaşamıyoruz. Ancak o, gerek temel insan hakları ve demokrasi konusundaki tutarlı tavırları ve mücadelesi, gerekse ülkemizin en karanlık dönemlerinde bile kaybetmediği iyimserliği, mücadele gücü ve geleceğe olan inancı ile beni her zaman yüreklendiriyor. Ve onun, özellikle de yılbaşılarda göndermeyi ihmal etmediği kartları, yurtdışındaki zor yıllarımda bana moral güç veriyor, "ne mutlu ki hala bu memlekette Nusret Hoca'lar var" dedirtiyor.
Nusret Bey'in Türkiye'de hekimlik mesleğine, özellikle de halk sağlığı alanına bir bilim adım ve üst düzeyde yönetici olarak yaptığı katkılar konusunda bir çok şey söylendi, yazıldı ve daha da yazılacaktır. Onun bu alandaki değerli katkılarını benden çok daha iyi değerlendirebilecek konumda olan kişiler olduğuna inanıyorum. Bu nedenle de bu yazıda ben, onun kimi insani özellikleri üzerinde durmak istiyorum.
1971-1978 yılları arasında Nusret Fişek'in ilk önce öğrencisi, daha sonra da yöneticisi olduğu Hacettepe Nüfus Etüdleri Enstitüsü'nün bir görevlisi oldum, ve onun artık Enstitü yönetiminde olmadığı dönemde de bir eski öğrencisi ve çalışma arkadaşı, ama herşeyden önce de özellikle ülkemizde özgürlüklerin alabildiğine kısıtlandığı koşullarda farklı biçimlerde bile olsa, benzer sıkıntıları ve özlemleri paylaşan iki insan olarak ilişkimiz sürdü. 1989'da gönderdiği yılbaşı kartında, "insanların özgürce biraraya geldiği, konuştuğu, dertleştiği bir Türkiye hayali ile yaşıyorum ve bunu göreceğime inanıyorum" diye yazmıştı Nusret Bey. Kimbilir, birbirimizi göremediğimiz, düşüncelerimizi karşılıklı tartışmak olanağı bulamadığımız dönemlerde bile ona bu denli yakınlık duymama neden olan kartında dile getirdiği bu özlemi kendisiyle paylaşmamdı.
İlişkimiz ne düzeyde olursa olsun, onunla tanışırken veya birlikte çalışırken hiçbir zaman onun çocuğu yaşımda olduğumu, bilgi ve deneyim birikimiyle ise beni defalarca katlıyabileceğini düşünmedim. Karşısındaki kim olursa olsun o, davranışları ve ifade tarzındaki sadelik, alçak gönüllülük ve sevecenlik ile öylesine eşitlikçi ve dostça bir atmosfer yaratırdı ki, onunla herşeyi tartışma cesaretini bulurdunuz. Nusret Hoca için her zaman önemli olan karşısındakinin işini ne kadar benimsediği, o işi yapmaya ne denli istekli ve uygun olduğu idi; yaşı, konumu ve de hele politik görüşleri gibi kıstaslarla değerlendirmezdi karşısındakini. O, nereden ve kimden gelirsen gelsin, dinlemeye, öğrenmeye, farklı görüşleri tartışmaya hazırdı; araştırmaya, yeniliklere, yeni bulgulara çocukça bir heyecanla yaklaşırdı. Sanırım o, insanlara da hep iyi niyet, yapıcı bir yön arayışı içinde yaklaşır, yanıldığı zamanlarda da çok şaşırır ve üzülürdü. Ama yaşamı boyunca, onun insanlara yaklaşımını, bu tür hayal kırıklıklarının yol açtığı hoşgörü ve sadeliğin biçimlendirildiğine inanıyorum. Nusret Hoca'nın, bunca işi arasında öğrencilerinin ve meslektaşlarının "özel" sorunları da ilgilenip dayanışma göstermeyi becerebilmesi yine böylesi bir yaklaşımın sonucuydu.
İnsan olarak benim tanıdığım Nusret Fişek, sözüyle eylemi, inançlarıyla pratiği denk düşen bir kişiydi. Temel insan hakları ve demokrasi yönündeki inançlarını çeşitli politik dönemlerde kararlılıkla savunmaktan vazgeçmedi. İnandıkları ne kadar açıksa, yaptıkları da, ister üniversite kürsüsünde, ister yönetici koltuğunda, isterse sanık sandalyesinde olsun, o denli ortadaydı... Üst düzeyde bir sağlık yöneticisi ve üniversite hocası olarak insanların sağlıklı yaşam hakkından yararlanmaları için uğraş veren Nusret Fişek, 1986'da Türk Tabipleri Birliği Başkanı olarak idam cezasının kaldırılmasını istediği için sanık sandalyesine oturtulduğunda da hekimlik mesleğinin en doğal ve tutarlı bir uzantısı olarak insanların hayatta kalma hakkını ve demokrasiyi savunuyordu.
1980 yılı sonrasında, toplumumuzda her alanda hızla ilerlemiş olan insan kıyımı, kayırıcılık, farklı düşünceleri tasfiye etme eğilimlerinin Nusret Hoca'ya büyük acılar vermiş olabileceğini düşünüyorum. Bunlara rağmen o, bana gönderdiği ve kimi zaman ilkbaharın gelişini yansıtan kartlarında geleceğin aydınlık günlerinden sözetmiş, kartlardaki bahar dalları benim için onun taşıdığı insanca değerlerin simgesi haline gelmiş, geleceğe olan güven umudumu pekiştirmiştir.
Hoca'nın ölüm haberini aldığımda yurtdışında idim ve henüz özgürce yurda dönmem olanaklı değildi. Bu koşullarda acılar zehir zemberek yaşanır; ben de o gün kendimi olağanüstü yoksullaşmış, dayanıksız ve güvensiz hissettim. Bu "yoksulluğu" bugün de içimde taşıyorum. Ama inanıyorum ki, bu yoksulluğu aşabilmek ve bambaşka değerlerin egemen olmaya başladığı toplumumuzda, tüm insanların insanca yaşamasını kayıtsız şartsız savunabilmek için yine de biricik yol Nusret Hoca'nın bahar dallarını yaşatabilmek...