Prof. Dr. Gazanfer Aksakoğlu (2)

Onun İçin Yazdılar

"Halk Sağlığında Gündem" Bülteni'nden

Kasım, 2011

NUSRET FİŞEK’LE OLMAK

Onu ilk kez amfide, bize ilk sunumunda gördüm. Ülkenin sağlık durumunu ve bunun ölçüm yöntemlerini anlatıyordu. Duruşuyla, yaklaşım biçimiyle, ses tonu ve sözcük seçimiyle, ama en önemlisi ekrana yansıttığı sayısal ağırlıklı görsel veriyle çok farklı ve etkileyiciydi. Üç yıl kadar sonra Sağlık Ocağı lojmanında iki ay kalarak toplumu ve ona sunulan hizmeti içinde yaşayarak aldığımız eğitimin tadını ve değerini tanımlamak ise olanaksız.

İlk birebir görüşmemiz internliğimizin bitimine doğru, çalışma odasının kapısında oldu. Kapının dikkat çekici yanı üstte kendi adının, altta sekreterin adının yazılmasındaki yalınlıktı. 'Nusret H. Fişek' ve 'Sayım Yemen'. Hem Toplum Hekimliği asistanlığını çekici kılmak, hem klinik dallarda çalışacak hekimlerin de halk sağlığı görüşü edinmesini sağlamak için biri klinik, eğitim iki dalda birden sürdürülüyor, birer yıl dönüşümlü olarak iki dalca yedi-sekiz yılda uzmanlık veriliyor ve uzmanlık alanların çoğu sonunda klinik dallarda çalışmayı yeğliyordu. Yıllarca başta cerrahi olmak üzere kliniklerde çok çalışmış, çoğundan da sözlü çağrı almıştım. Ben onunla çalışmak istiyordum. 'Gelmek istiyorum, ama bir koşulum var, salt halk sağlığı uzmanı olmak istiyorum' dedim. Başını tavana doğru çevirdi, 'yahu aynı şeyi Ferit {Koçoğlu) da söyledi' dedi, birkaç saniye susup 'düşünelim' diye bitirdi. Sınav günü ve koşulları duyuruldu, salt halk sağlığı uzmanlığı eğitimi açılıyordu. Sınav günü beş kadro için kapıda yirmi beş aday vardı. Enstitü için rekordu bu, ayrıca tüm fakültede en çok başvurulan ikinci dal olmuştu.

Asistanlığa başladığımda odasına çağırdı, danışmanım olacağını söyledi. Muttandım ve onur duydum. İki ay sonraki bir gelişmede sarsıldım ve çok utandım. Eğitim yılı başlayacaktı. Telefon etti, ilk Cuma toplantısına birlikte gideceğimizi, önceden odasında olmamı söyledi. Salona birlikte inmeye başladık. Girişteki masaya yöneldi, ben ilerleyince döndü, eliyle oturacağı sandalyenin yanındakini gösterdi, 'sen buraya otur' dedi. Tüm öğretim elemanlarının sayısı yetmiş beş dolayındaydı, on kadarı öğretim üyesiydi. Asistanların çoğunluğu kıdemliydi, aralarında yedi-sekiz yıllık olanlar vardı ve birime çok emek vermişlerdi. Not tutacağımı düşünerek çantamı açtım, anladı, 'gerek yok' dedi. Eğitim yılını açtığını söyledi. 'Gündemin ilk maddesi eğitim programı sorumlusu seçimi, benim adayım Gazanfer. Başka adayı olan var mı?' dedi. Yüzüme ateş bastığını fark ettim, utancımdan başımı hafifçe öne eğdim. İkinci darbe öldürücüydü, 'ikinci madde asistan temsilcisi seçimi, benim adayım Gazanfer. Başka adayı olan var mı?' dedi bu kez. Asistan temsilcisi olmak Enstitü Yönetim Kurutu'na girmek ve önlerinde durduğum kıdemli, değerli birçok kişiyi en kıdemsizleri olarak temsil etmekti. Sarsıldım, yüzümün patlıcan moruna değilse de pancar kırmızısına döndüğünü fark ettim. Toplantının geri kalanında yalnızca salondaydım, konuşulanları hiç duymadım bile. O güne dek çok duyduğum 'Nusret Fişek demokrasisi' kavramına ilk kez tanık olmuştum. Olgun bir ekiptik, dört yıl sürdürdüğüm bu iki sorumluluğu herkes anlayışla ve saygıyla karşıladı Epidemiyoloji bana çok ters ve klinik bir bakış olarak görünüyordu. Veri toplama açısından önemini anlıyor ama araştırmaya yaklaşım biçimini kabul edemiyordum. Muzaffer Akyol sağlık ocağıma geldiği bir gün 'Moskova'da her yıl üç aylık epidemiyoloji kursu açılır, hocana söyle, seni göndersin' dedi. Söyledim. 'Ömrün boyunca helaya giderken bile polis peşinde olur' dedi. Şimdi değiller mi?' dedim. Sustu, anladım, odasından çıktım. Bir ay sonra çağırdı, odasına girdim. Önemsediği ancak söylemekten çekindiği konularda önündeki dosyayı karıştırır gibi yapar, çok sıkılırsa sırtını konuştuğu kişiye döner, kitaplıktan kitap seçermiş gibi dururdu. Odaya girdiğimde ikinci konumdaydı. 'Norveç'te bir aylık uluslararası sağlık yönetimi kursu var, gider misin?' dedi. 'Sosyal demokratlara katlanır mısın' olarak algıladım ben soruyu. Gittim, uluslararası anlamda ufkum genişledi. Epidemiyoloji'ye bakışım değişmedi.

Gerçekleştiremediği bir düşü vardı. Üst katta ayrı, özel bir oda açtırmıştı. Elçin bana 'başkasının bilmesini istemiyor, sana bilgi vermemi söyledi, kapıyı da çalmayacakmışsın diye bildirmişti bir gün. Oraya gidiyordum. Kapıdan çıkmış, koridordaydı Yaklaştı, kimsenin duymayacağı düzeyde 'Senin sosyal tarafın güçlü. Sosyal bilimlerle ilgili bir birim kurmak istiyorum. Başına geçip hekim olarak moderator görevini üstlenir misin?' diye sordu. 'Gurur duyarım ve mutlu olurum' dedim. 'Sosyolog, ekonomist, psikolog, sosyal antropolog, demograf gibi elemanlar alacağım. Zamanı gelince ben sana bildiririm' dedi. Ne istediğini anlamıyordum, iş ve politikanın getirdiği korkunç tempodan ötürü kafa da yoramıyordum. Birkaç ay sonra 'sana doçent kadrosu açtırdım, bir daha bulamam, bilgin olsun' dedi.

Bilgim oldu ama, işim o denli yorucu ve yetmişli yılların ortamı o denli ateşliydi ki, üzerinde düşünemedim bile. Üstelik ikinci yıl asistanı, daha uzmanlığını bile görülemeyecek denli uzak bulan bir genç adamdım. Bu arada yeni elemanlar alınmaya oaşlandı ve projelerde, derslerde görev verildi.

Ankara Tabip Odası bir görev verdi. Toplum ve Hekim için sosyalist ülkelerde sağlık Örgütlenmesini yazmalıydım. Üniversiteden atılacağımı söyledim. Bu konunun Turkçede olmadığı, benim İngilizce bilgim ve politik bilincim nedeniyle bunu yazabilecek tek kişi olduğumda, üstelik bunun benim görevim olduğunda ısrar edildi. Yazdım. Kaynaklarımın yarısından çoğunu Fişek DSÖ Cenevre kitaplığından getirdi. Otuz sayfa kadardı, Sovyetler Birliği'ni ilk bölüm olarak bastılar, gerisini izleyen sayıda yayımlayacaklarını da duyurdular. İzleyen sayıda başkan Erdal Atabek 'öyle ilgi gördü ki, insanlar ikinci bölümü baskıyı bekleyemeden gelip TTB'de okudular' diye yazdı. Mutlu oldum. Anabilim Dalı toplantısında sunmam istendi. Çizimlerimi yapmıştım, saydamlara yazımı da yazdım. Sunum çok başarılı oldu, çok da soru ve kutlama geldi. Çıkarken 'bana uğra' dedi. Gittim, odasının dışında, sekreter masasının yanında, elleri arkada bağlı, bir ayak tabanı duvara dayalı, yere düşünceli bakarak beklediğini gördüm. Geldiğimi anlayınca yüzüme baktı, 'anandan lecturer doğmuşsun' dedi. Teşekkür ettim. 'Nasıl bu denli güvenli ve rahat sunabildin?' dedi. Üçüncü yıl asistanıydım ve karşımda dort-beşi profesör birçok

Sağlık ocağıma gelmeyi severdi, ama her akşam ben Ankara'ya döndüğüm için görüşeceğimiz günleri planlardık, akşamüzeri odasında konuşurduk, sonra ben onu evine aracımla bırakırdım. Bir gün öğleye doğru telefon etti, 'uygunsan geleceğim' dedi. Anladım, önemliydi. 'Ben geleyim' dedim. 'Hayır ben geleceğim' dedi. Hım, çok önemli. Geldi. O günün öncesinde de, sonrasında da çok yıkımlar, ölümler, darbeler yaşadık ve paylaştık. Hiçbirinde o günkü kırgın, üzgün ve -dilim varmıyor ama- boynu bükük duruşunu görmedim. Masamda oturmam için ısrar etti, koltuğunu karşıma getirdi, özenle yüzüme dönük oturdu yüzüme bakmamaya özen göstererek. 'Olmadı' dedi ve sustu. 'Ne olmadı?' dedim. 'Sosyal bilimler işi' dedi. 'Neden?' dedim. 'İhsan' dedi 'Senato'ya öneri götürdüm, geri çevirtti'. 'Bir daha götürürsünüz' dedim. 'Artık olamaz' dedi. 'Olmayacak şey olur mu' dedim. 'Bu olmaz, çok kötü bir söz kullandı' dedi. O gün benimle birçok acı birden paylaşıyordu. En çok istediği şeyi yapamıyordu, kurumunu güçlendiremiyoıdu, geleceğe bırakacak önemli bir katkıyı gerçekleştiremiyordu, tüm bunları yapacağına güvendiği bir gence verdiği sözü tutamıyordu,.. Bunların bir bölümünü o gün anladım, bir bölümünü yıllar sonra bana 'git buradan' dediğinde, bir bölümünü ondan sonra Anabitm Dalı Başkanı olan Sevinç bey 'Yönetim Kurulu'nda kadro istedim, İhsan bey 'biz komünist yetiştirme birimi değiliz' diyerek kabul ettirmedi' diye yüksek sesle anlattığında. Ama o günkü iç dünyayı hiçbir zaman tam anlamıyla anlayamayacağımı çok iyi biliyorum.

Liverpool Üniversitesi 'Uluslararası Toplum Sağlığı Bölümü' dünyanın her ülkesinden her daldan başvuru alıyor, çok özenle öğrenci seçiyor, altı ay kuramsaldan sonra sorumlu denetiminde üç ay üçüncü bir ülkeye gönderiyor, dönüşlerinde üç ayda tez yazılıyor ve MPH veriliyordu. Etimesgut ve Çubuk'a gelen öğrencilerden beni sorumlu kılmıştı. Araştırma planlama konusunda DSÖ danışmanlarıyla 'High Risk Project'te çalıştırarak deneyim kazandırmıştı zaten, bu görevde hem o bilgimi pekiştiriyor hem tez hazırlama konusunda deneyim kazanıyordum. 'High Risk'te alan sorumluluğu verilmiş ve uzmanlık sınavına bir yıl geç girmem rica edilmişti. Bu dönemde NRE Fendall ocak bölgemi görmek istemiş ve Fişek ile üçümüz bir gün boyunca alanı gezmiştik. Kenya'da on yedi yıl sağlık sistemi kurmak için çalışmış bir insanın bizim sistemimizi beğenmesini Fişek olağan karşılamıştı, ben çok etkilenmiştim. (Aynı sevinci DSÖ'de Mahler'in yardımcısı Lambo ile de yaşamış ve çok mutlu olmuştum. Fişekle Etimesgut'a geldiklerinde Lambo sürekli esniyordu ve bu beni yalnız üzmemiş, kızdırmıştı da. Çünkü biz önemli bir iş yapıyorduk. Gezdikçe, ebeler anlatıp gösterdikçe Lambo çok sinirlenmiş, akşam dönerken 'bu ne bçim politika, her şeyiniz var sağlık göstergeleriniz benim Afrikam'dan beter' diye bağırıyordu. Fişek bana döndü -İngilizcesi çok düzgündü, ama ince konularda beni devreye sokardı- ve 'ona şu bizim un-yağ-şeker ve helva sözümüzü söyle' dedi. Söyledim, öfkeyle 'çok doğru söz' diye bağırdı yine.) Uzmanlık sınavıma bir-iki ay kala yine çağırdı. Yine sırtı bana dönüktü ve kitaplığından kitap seçiyordu. İngiltere'ye gider misin?' dedi. 'Ne kadar?' diye sordum. 'Bir yıl' dedi. Fendall'ın çağrı mektubunu işaret etti parmağıyla, açıp okudum. 'Ben domestik bir adamım biliyorsunuz dedim. 'Biliyorum' dedi. 'Ne öğreneceğim' dedim. 'Öğreteceksin' dedi, bunu anlamadım. 'Karıma sorayım' dedim. Sırtı bana dönük, 'peki' dedi, çıktım. Uzmanlığımı aldıktan on gün sonra Liverpool'da MPH öğrencilerine iki kurs açmış durumdaydım, epidemiyoloji ve biyoistatistik. Nusret Fişek gerçek bir bilgeydi, ama benim için harika bir öğretmenci. Benim en iyi, sevgili öğretmenim.

12 Eylül fırtınası başladı. Odasında çalışıyorduk. 'Birazdan sıkıyönetime gideceğim' dedi. 'Bakkala gidiyorum' der gibi. 'Niçin?' dedim, 'hakkımda ihbar varmış' dedi. Kalktım, ben de geleyim' dedim. 'Olmaz, seni tutar bırakmazlar' dedi. 'Burada bekliyorum' dedim. Üç saat sonra döndü. Ayağa kalkmamı sevmezdi, oturduğum yerden, bir şey sormadan yüzüne baktım. Oturdu. 'Hayret, çok kibar davrandılar. Savcı bir binbaşıydı, ayakta karşıladı, kahve İçtik birlikte, birkaç basit soru sordu' dedi. 'Neymiş?' dedim. 'Şu nüfus politikaları ders notlarımda geçen Marx var ya, o' dedi. 'İhbar yakından' dedim içimden.

YÖK yasası çıktı. Fişek Anabilim Dalı'nı topladı. 'Üniversite'ye ve bilimsel düşünceye karşı İşlenmiş bağışlanamaz bir suçtur. Enstitü kavramını ve multidisipliner yaklaşımı da yok edecektir. Dağıtacağım teksirleri alın ve bilimsel yaşamınız boyunca saklayın' dedi. Karşı ve sert görüşünü dağıttırdı bizlere. Milli Savunma Bakanlığında (MSB) asteğmendim, çağırdı, gittim. 'YÖK emeklilik yaş sınırını erkene çekti, birkaç ay sonra emekli olacağım. Git buradan, burada seni parçalarlar' diye karşıladı beni. 'Bana kimse bir şey yapamaz' dedim. 'Öyle biri var' dedi. 'Münevver hanımdan bana zarar gelmez' dedim. 'O değil' dedi. Sessizliği ben bozdum, 'izmir Tıp'a (sonra DEÜ) ne dersiniz?', 'iyi olur' dedi, hem senin kentin, hem Sevin (Ergİn)'le çalışılır'. Liverpool'a bir not iletilmişti daha önce İzmir'den 'toplumsal bakışla bir fakülte kuruyoruz, katılmanızdan mutlu duyarız' anlamında.

12 Eylül darbesinden sonra askere gitmeye karar verdim. Adaylık dönemimden sonra yedeksubay olarak MSB'de göreve başladım. Sağlık Bakanlığından aradılar, DEÜTF dekanı ve Sevin Ergin eğitim araştırma bölgesi sözleşmesi imzalamak İçin gelmişler, beni de görmek istiyorlardı. İzin alıp gittim. Narlıdere'nin başkanlığın önerdiler. Eşimin Ankara'da önemli bir görevi vardı, karar verdik, ben başlayacaktım, o bir yıl sonra çocuklarla bana katılacaktı. Birkaç ay sonra Fişek'İ odasında bekliyordum, yemekten döndü, 'Rektörünle yemek yedik, iyi adam' dedi. Yardımcı Doçent olarak göreve başladığım gün 'masamda' 'görülen lüzum üzerine atamamın durdurulduğu'nu bildiren bir yazı buldum. Rektörden randevu aldım, görüştüm. Rektör 'Nusret Fişek sizi çok seviyor' dedi. 'Ben kendisini babamdan çok sever ve sayarım' dedim. 1982'de bu sözü söylemek cesaret gerektirirdi. Sonra sosyalist ülkelerle ilgili yazımın nedenini öğrenmek İstedi. Türkçede bu konuda hiç yayın yoktu' dedim. Başını yukarı kaldırdı, bu tümceyi yineledi, 'buyrun görevinize başlayın, ben yazınızı gönderirim' diye konuyu noktaladı Fişek öyle herkesle yemek yemezdi, aynı masada otıırdıılarsa bunun bir amacı olmalıydı.

1983'de Harvard'dan bir mektup aldım. Adıma Takemi programı çerçevesinde doktora bursu çıkarıldığını anlatan bir çağrıydı. Türkiye'nin doktoralı ilk hekimiydi. Bir gün evinde çalışırken anlatmıştı. 1948'de Harvard'a yüksek lisans eğitimine gönderilmişti. 'Bu İrgilizceyle yüksek lisans yapamazsın dediler bana, ben de 'o zaman doktora yaparım' dedim' diyordu. Gülmekten kırılıyorduk. İçeri gitmiş, apal, altın yaldızlı deri kaplı bir tez getirmişti. Gençlik, yalnızca göz ucuyla bakmıştım. Tetanoz toksoidi ile ilgili olduğunu biliyordum. O tezden çıkan yayınlarla ünlendiğini ve DSÖ'ye bu nedenle istendiğini de. vıllar sonra yurtdışında katıldığım uluslararası toplantılarda 'Türkiye'denim' dediğimde İnsanların 'Fişek'İn asistanıymış' diye çevreme toplandığına tanıklık edecektim. ABD'ye gitmek İstemiyordum, ama önce ona danışmalıydım, başka türlüsü olmazdı. Bana uzmanlık eğitimim sırasında tezimin sosyal veri içeren bölümünü ayırtmış, doktora eğitimine başlatmıştı. Ben doktoralı İkinci hekim olacaktım. Askerde İken bu konuya eğilmiş, ama birden onun erken emekliliği gündeme gelince beni başkasına yöneltmişti. Yöneltildiğim kişinin 'sizin uzmanlığınız Halk Sağlığından, doktoranızı Aile Hekimliği'nden verelim' demesi üzerine ayağa kalkmış, arkamı dönmüş ve çıkmıştım. Telefon ettim, evine gittim. İzmir'i, fakülteyi, Narlıdere'yi sordu, Perihan hanım çaylarımızı getirdi. 'Dinliyorum' dedi. Bir şey söylemeden zarfı uzattım. Açtı, on saniye kadar göz attı, yanındaki sehpaya koydu. 'Başka?' diye sorcu. Başka çok konu vardı, güle oynaya konuştuk.

1987'de dönemin Halk Sağlığı üzerindeki baskıları bitmemişti. Fendall finans kaynağı bulacağını, İzmir'de uluslararası bir seminer düzenlemeyi önerdi. Fişek de uygun buldu, Ankara'da oturup geniş yelpazeli dar katılımlı bir kongre düzenledik. İngilizce olacaktı, adını da 'Tıp Eğitiminin Birincil Sağlık Hizmetine Uygunluğu' kcyduk. Başkanlığı yürüttü, çok mutlu oldu. Dönüşünde yazdığı bir mektupta 'toplum hekimliğini öldü sanıp gömmüşlerdi, mezardan ses getirdik' yazıyordu. Ertesi yaz Ankara'dan telefon etti, 'yarın sabah yedide garaja İneceğim, beni oradan al' dedi. Aramızda teklif yoktu, bundan mutluluk duyduğumu biliyordu. Aldım, Doğanbey'de yazlığına gittik. Perihan hanım öğle yemeğini hazırlayana kadar 12 Eylül döneminde İlk kez yapılacak Birinci (aslında ikinci, birinci 1978 Kirazlıyayla) Ulusal Halk Sağlığı Kongresi'ni birlikte planladık. Dikkatimi çekti, her konuda beni ön plana çıkarmaya çalışıyor, sanki bir şeylere hazırlıyordu. TTB Merkez Konseyi Başkanıydı, işkenceye karşı duruşu nedeniyle yargılanıyor, duruşunu bozmuyordu. O yıllarda onkolog geçinen bir hekim kanseri zakkumla iyileştirdiğini ileri sürüyor, Fişek de TTB adına ona karşı savaşıyordu. Fİşek'i aramış, niçin karşı çıktığını sormuş, o da açıklamıştı. 'Bana 'senin muayenehaneni engelliyor diye mi karışıyorsun?' dedi, ben de hiç muayenem olmadığını açıkladım. O zaman 'inşallah kanser olursun' dedi bana' diye kahkahayla anlatıyordu. Kronik hastalığım yok, dolaşım sistemim de çok iyi, ya trafik kazasında ya kanserden öleceğim zaten dedim, telefonu yüzüme kapattı' diye gülüyordu. Çok mutlu bir gün geçirdik.

Dekan Hacettepe'den eski hocamdı, telefon etti, 'gelebilir misin evladım' dedi, gittim. 'Ya tabip odası, ya üniversite, İkisi bir arada olmaz' dedi. 'Bu herkes için mi geçerli, bana mı özgü?' dedim, 'sana evladım' dedi. 'Benim özelliğim ne?'diye sordum. 'Siyasal yanın' dedi. 'Sakıncalı mı?' dedim, 'öyle söylendi bana' dedi. Aynı kaynaktan bir ihbar daha. Dört yıllık Doçenttim, ama sözleşmeli Yardımcı Doçent kadrosundaydım. Bölge yürütüyor, üniversite hastanesi kuruluşunda yoğun emek veriyor, birçok yerde eğitim sunuyordum. Eşim yurtdışında çalışmaya, çocuklarım orada okumaya başlamıştı. İki hafta sonra Zuhal (Okuyan) gülümsedi, 'iki haftadır aynı kravatı takıyorsun' dedi. Hiç farkında değildim. Fişek'İ aradım, durumu anlattım. 'Babam askerdi bilirsin' dedi, 'bana bir şey öğretti, mitralyöz ateşi açılınca yere yatılır. Sakın Don Kİşot'luk yapmaya kalkma. TTB'ye adam bulmak kolay, ama üniversiteye bir Ga7anfer daha bulamayı?' dedi. Kendime geldim. Anahilim Dalı'na kongreye katılmayacağımı, nöbetçi kalacağımı söyledim. Halk Sağlığı ve TTB ortamında bir kaygı yayıldı, 'seni yerine hazırlıyordu' anlamında. Ama süreç hala 12 Eylül'dü.

Kongre dönüşü bir dosttan telefon geldi. 'Nusret Bey düştü, femur boynu kırıldı. Metastazı varmış, primeri prostatmış. Hemen Haluk'u aradım, Hacettepe Ürolojt'nin başındaydı. 'Ne durumda?' dedim, 'olabilecek en kötü durumda' yanıtını aldım. Biraz toparlanmasını bekledim, Ankara'ya gittim, kocaman bir demet bembeyaz pat aldım. Oğluna iye, bahçe içinde, düzayak, tek katlı bir evde kalıyor, zamanının çoğunu vişne ağacının altında geçiriyordu. Bü/ük bir keyifle karşıladı beni, 'oooo, kim gelmiş!' diye. Tekerlekli sandalyede oturuyor, TTB'ye donanımlı bir araçla gidip geliyordu. Çok zevkli, çok şen bir gün yaşadık. Kısa süre sonra emboli haberini aldım. Yetmiş altı yaşındaydı. Dopdolu, topluma çok katkılı ve tümüyle yararlı yetmiş altı yıl. Onu çok özlüyorum.

`